Ömer Uluç’un Sarmalında Kaybolmak
10 Eylül 2025

Küçük bir çocuk, parmağını Vasco da Gama’nın rotalarına, Kristof Kolomb’un bilinmez denizlerine sürüyor. Dedesinin muayenehanesindeki haritalar, eski kitaplar, tozlu atlaslar onun çocukluğunun pusulası oluyor. 

Ömer Uluç’un hikâyesi, işte o çocukluk merakının gölgesinde başlıyor. Cumhuriyet’in ilk doktorlarından biri olan dedesinin odasında, hayatın sırrının coğrafyalar ve çizgiler arasında saklı olduğunu keşfediyor. Belki de bu yüzden, yıllar sonra onun tablolarındaki her figür biraz yola çıkış, biraz keşif, biraz kayboluş, çokça deniz ve bilinmeyene yolculuk oluyor. 

Kristof Kolomb’un denize açıldığı gibi o da sanata açılıyor. O aslında Amerika’da eğitim almış bir mühendis, formül bilen bir adam yani, analitik bir zekâya sahip, meraklı! 

Ama pusulası, haritası yok. O hep hayatın peşinde. Akademi mi? Akademiyi bir “morg”a benzetiyor. Akademi onun için cesetler ve formaliteler dolu bir yapı. Orada canlı olan hiçbir şey yok. Onun için sanat, taze bir koku, ani bir hareket, bazen kontrolsüz bir jest. Ömer Uluç’un sanatı akademinin kutsal duvarları içinde değil, hocası Nuri İyem’in Asmalımescit’deki atölyesinde temelleniyor, öyle ki akademiye karşı olan tavan arası ressamlarından biri oluyor. 

1950’lerin sonunda, çizdiği bir figür, kendi imzasından yola çıkarak bir sarmala dönüşüyor. “Ö” harfi… Londra’da bir otel odasında kendi adını yazarken dönmeye başlayan fırçası o andan itibaren Uluç’un hiç sonlanmayan jestini oluşturuyor. O’nun sanatı da dönecek, kıvrılacak, sonsuzluğun eşiğine doğru ilerleyecek ve devinim hiç sonlanmayacak. 

Bazı sanatçılar tuvalin ortasına bir figür koyar. O figür ya ağlar ya bağırır ya da muazzam bir metaforun içine saklanır. Ömer Uluç bunu yapmadı. Çünkü figürü çizmekle ilgilenmiyordu. Onu oluşturuyordu. Ve sonra tekrar tekrar çizdiği figür kayıyor, çarpılıyor, sarmal oluyordu, farklı malzemelerde kendini tekrar ediyor, yeniden oluşturuyordu. Tıpkı hayat gibi, DNA gibi, Ö harfi kıvrıldı, döndü, genişledi, sonra kendine çarptı. Sonsuzluğa uzanan hareket markasını oluşturan bir jeste dönüştü. Ömer Uluç’un bilinç akışıyla oluşturduğu sarmal desenler, onun analitik zihniyle şekillenen bir ruh taşıyacaktı. 

Sanat tarihinde yaratımın kaynağını kayıptan, hastalıktan ve felaketten alan pek çok isim vardır. Bir sanatçıyı hayattan ne koparabilir?

Savaş mı, hastalık mı, ölüm mü?

Sanırım hiçbiri bir yazarın veya sanatçının içindeki yaratma gücünü yok edemez.

Tarih boyunca, sanattan vazgeçemeyenlerin hikâyeleri birbirine dokunur. Van Gogh kulağını kaybetti ama fırçasını bırakmadı. Beethoven sağır olmasına rağmen bestelediği eserlerin sesini duyamadan müziğe devam etti. Picasso, savaşın tam ortasında bombaların gölgesinde Guernica’yı resmetti. Gramsci, hapishane soğuğunda bile insan ruhunun derinliklerini yazmayı sürdürdü, düşünceleri yüzünden ömrünü hapiste geçirirken fikirlerini yazmaktan asla vazgeçmedi. Dostoyevski, sara nöbetleri, yoksulluk, kumar tutkusuyla boğuşurken dahi, insan ruhunun en derin en karanlık hallerini kaleme aldı. Frida Kahlo bedenini delip geçen demir parçasından sonra 32 kez ameliyat masasına yattı ama çakılı kaldığı yatağında bile ruhunun dehlizlerindeki renklere tutundu. 

Ömer Uluç’un kemoterapi sırasında çizdiği desenler de bu zincirlere eklendi: hiçbir güç, hiçbir hastalık, hiçbir kayıp onu resim yapmaktan alıkoyamadı. Hiçbir şey onu resimden uzaklaştıramadı. Adeta yaratıcılığın el değiştirebileceğini, acının estetikle hesaplaşabileceğini kanıtladı. Kanser tedavisi sırasında, kemoterapi serumu bir kolundan girerken, diğer eliyle resim yaptı. Sonra roller değişti. Sağ el yoruldu, sol el devraldı. İki ayrı elin iki farklı inadı vardı: Hayatın kırılganlığı ile sanatın sonsuz direnci, tuvalin üzerinde buluştu. O seriye “Sağ El / Sol El Desenleri” adını verdi. Sanki bize sessizce şunu söylüyordu:

“Yaşam bedeni yorar, ama ruh bir yolunu bulur.”

Hayatı boyunca dünyayı gezdi, mitolojik öğeler, dünya dışı varlıklar, Afrika, Güney Amerika, denizler ve bilinenin ötesi hep radarında oldu. Ömer Uluç’un sanatçı olarak denizle kurduğu bağ son derece güçlüydü, Nijerya’da geçirdiği 3 yıl ona farklı ilhamlar verdi, kimi zaman Afrodisias’tan fısıldayan tanrılarla, kimi zaman kendi gen haritasından çıkan mitolojik figürlerle ya da dünya dışı yaratıklarla dolu bir alan yarattı. 

Ömer Uluç’un ilk büyük müze sergisi, ne ironiktir ki, ancak ölümünden on dört yıl sonra açıldı. İstanbul Modern’deki ‘Ufuk Çizgisinden Öteye’ sergisi, Ömer Uluç’un mirasına gecikmiş ama güçlü bir selam. Hayattayken akademiyle arasında mesafe koymuş, sistemin onayını hiç aramamış hatta ‘akademi bir morgdur’ diyen bir sanatçı için bu tuhaf olmasa gerek. Sergi Ömer Uluç’un insanlık ve evren arasındaki karmaşık ilişkiyi irdeleyen 300’ün üzerinde yapıtını sunuyor. 1960’lardan 2010’a kadar yayılan kapsamlı bir seçkiye yer veriyor. Kâğıt üzerine desen ve çizimden tuval üzerine akriliğe, kolajdan heykele birçok disiplinden örnekler barındıran sergide, Uluç’un kauçuk, keçe, alüminyum, akrilik levha, PVC ve polyester gibi malzemelerle ürettiği çalışmalar da izleyiciyle buluşuyor. Bu gecikmiş ama etkileyici Serginin küratörlüğünü Öykü Özsoy Sağnak ve Nilay Dursun, asistan küratörlüğünü Naz Uğurlu Benek üstlenmiş. Sergi, Uluç’un mirasını yalnızca belgelemiyor; aynı zamanda onunla ilk kez karşılaşan izleyiciler için de ufuk açıcı bir tanışma sunuyor. 

Geçtiğimiz mayıs ayında İstanbul Modern’de gerçekleştirilen bir söyleşide, sanat yazarı Ayşegül Sönmez, Ömer Uluç’un hayatı boyunca “sanatçı kimdir” gibi varoluşsal sorularla hiç ilgilenmediğini vurguladı. Onun için mesele hep daha derindi; Uluç, bir felsefeci gibi düşünerek “hayatın ne olduğunu anlamaya çalışan bir hareket araştırmacısı” olarak çalıştı. Onun ilgisini çeken, kimlik değil; devinimdi. Ve belki de bu yüzden, sanatı bir kimlik beyanı değil, sonsuz bir keşif alanıydı.

Sönmez bir ayrıntıyı daha paylaştı: Ömer Uluç, bilimkurgu tutkunuymuş. Uzay Yolu ve Battlestar Galactica dizilerini tutkuyla izler, evrenin sınırlarında dolaşan o kurgu karakterlerle aynı merak hattında buluşurmuş. 

Ve şimdi, ölümünden on dört yıl sonra, İstanbul Modern’de açılan “Ufuk Çizgisinden Öteye” sergisi, Uluç’un sarmalına yakışır bir zamanda ve biçimde karşımıza çıkıyor. Biraz geç kalmış, evet. Ama tam da onun sonsuzluğa çarpan o devinimi gibi: Başlangıçla sonun aynı yerde buluştuğu bir zaman çizgisinde.

 

Uluç’un sergisi kendi sarmalına uygun. Başlangıç ile sonun aynı yerde buluştuğu bir zaman çizgisinde! Sergide sizi karşılayan bilinci olan ilk insan fosili Lucy ve Galapagos Adası’nda ölüme direnen dev kaplumbağa George gibi. Biri başlangıcı, diğeri sonu simgeliyor. Bu iki varlık arasında uzanan alanda ise Uluç’un ironi ve mizahı, hayvanları, maskeleri, düşsel yaratıkları, hareketin binbir hâliyle devinen tuvalleri yer alıyor. Ömer Uluç’un sonsuz sarmalına, hiç bitmeyecek bir hareketin kalbine adım atmaya hazırsanız, İstanbul Modern’in onun sanatını kucaklayan ve eserlerini bize kavuşturan bu sergisi 12 Aralık 2025 tarihine kadar ziyarete açık olacak.

ÇOK OKUNANLAR