3 Eylül’de Pekin’de düzenlenen askeri geçit töreni, yalnızca göz kamaştırıcı bir şov değil, Asya-Pasifik güvenlik mimarisini sarsacak bir dönüm noktasıydı. Tiananmen Meydanı’ndan geçen Dongfeng-5C kıtalararası balistik füzeler, Çin’in artık Batı’nın teknolojisini “takip eden” değil, askeri alanda da oyunun kurallarını koyan bir güç haline geldiğini tüm dünyaya duyurdu.
Batı uzun yıllar boyunca Çin’in yükselişini küçümsemek için aynı klişeleri tekrarladı: teknolojiyi kopyalıyor, fikri mülkiyet çalıyor, devlet sübvansiyonlarıyla ayakta duruyor… Kısmen doğruluk payı olsa da bu anlatı artık Çin’in geldiği noktayı açıklamıyor. Bugün Pekin; robotik, elektrikli araçlar, nükleer reaktörler, güneş enerjisi, dronlar, hızlı trenler ve yapay zekâda dünya lideri. Artık bu listeye hipersonik silahlar, siber harp kapasitesi ve uzay teknolojileri de eklendi. Çin yalnızca yakalamıyor, öne geçiyor.
Askeri Dengede Kayma
On yıllar boyunca Asya-Pasifik’te askeri denge ezici biçimde ABD lehineydi. Amerikan donanması, uçak gemileri ve ileri üsleriyle Pasifik’in tartışmasız hakimi konumundaydı. Artık tablo değişiyor.
Çin bugün dünyanın en büyük donanmasını kuruyor, hipersonik füze programlarını devreye sokuyor, uzay tabanlı kabiliyetlerini artırıyor, siber harp alanında atılım yapıyor. ABD’nin “Çin’i çevreleme” stratejileri –Hint-Pasifik vizyonu, QUAD, AUKUS– giderek daha pahalı ve savunmaya dayalı bir refleks haline dönüşüyor. Bölge ülkeleri de güç dengesinin kalıcı biçimde Pekin lehine kaydığını görerek savunma doktrinlerini baştan yazıyor.
Bu dönüşüm yalnızca Washington’u değil, Tokyo, Yeni Delhi, Canberra ve Seul’ü de derinden etkiliyor. Japonya anayasal sınırlamaları zorlayarak savunma bütçesini rekor düzeyde artırıyor. Hindistan, Çin’in yükselişine karşı hem Rusya’dan hem Batı’dan silah tedarik ederek caydırıcılığını güçlendiriyor. Güney Kore füze savunmasına yatırım yaparken, Avustralya AUKUS kapsamında nükleer denizaltılar için milyarlarca dolar harcıyor. Bölge, modern tarihinin en hızlı silahlanma yarışına girmiş durumda.
Trump’ın “Rusya ve Hindistan’ı Çin’e kaptırdık” sözleri, bu kaymanın Batı’da yarattığı hayal kırıklığını yansıtıyor.
İş Dünyasına Yansımalar
Çin’in askeri yükselişi yalnızca strateji belgelerinin konusu değil; iş dünyasını, yatırımları ve teknolojiyi de doğrudan etkiliyor. Savunma bütçelerindeki artış, yerli sanayilerde yatırım patlaması ve yeni uluslararası ortaklıklar demek.
ABD’de internet ve GPS’in ordu kökenli olması nasıl küresel bir devrim yarattıysa, Çin’in yapay zekâ, kuantum iletişim, otonom sistemler ve dron teknolojilerindeki atılımları da çok kısa sürede sivil ekonomiye aktarılacak. “Çift kullanım” yaklaşımı sayesinde askeri araştırmalar, küresel inovasyon yarışına doğrudan katkı sağlıyor.
Bir diğer boyut ise kritik mineraller. Modern silahlar, bataryalar ve yarı iletkenler için gerekli olan nadir toprak elementleri, artık Asya’nın yeni petrolü. Çin bu üretimin yaklaşık yüzde 60’ını kontrol ediyor ve Afrika ile Orta Asya’daki yatırımlarıyla hakimiyetini güçlendiriyor. Bu durum yalnızca askeri değil, aynı zamanda sanayi politikalarında da Çin’e eşsiz bir koz veriyor.
Türkiye İçin Dersler
Türkiye’nin NATO üyeliği ve Batı güvenlik mimarisindeki rolü, Çin’in askeri yükselişini görmezden gelmesine imkân vermiyor.
Ancak mesele sadece savunma değil; teknoloji, sanayi ve enerji stratejilerimiz de doğrudan etkileniyor.
Ankara, Batı ile bağlarını korurken Asya’daki teknolojik dönüşümden kopamaz. Batarya kimyası, robotik bileşenler, güç elektroniği gibi alanlarda Çin’le ortak üretim ve bilgi transferi hayati önem taşıyor. Türkiye’nin bor, lityum ve nadir toprak elementleri gibi rezervleri de bu denklemde en değerli jeopolitik kartlarımız haline geliyor. Önemli olan bu kaynakları işleyip katma değerli ürünler haline getirebilmek.
Ayrıca askeri Ar-Ge’den sivil ekonomiye teknoloji aktarımını sağlayacak mekanizmalar kurulmalı. Kuşak ve Yol girişimi bağlamında Türkiye’nin “koridor” rolü, yalnızca altyapı yatırımları açısından değil, jeopolitik pazarlık gücü bakımından da daha stratejik hale geliyor.
Dengeleri Değiştiren Rakamlar
ABD’nin 2025 savunma bütçesi yaklaşık 890 milyar dolar. Çin’in resmî bütçesi 230 milyar dolar olsa da bağımsız araştırmalar gerçek rakamın 300 milyar doların üzerinde olduğunu gösteriyor. Fark hâlâ büyük ama Çin son 20 yılda savunma harcamalarını on kattan fazla artırdı.
Bölge ülkeleri de benzer bir eğilim sergiliyor: Japonya 75 milyar, Hindistan 82 milyar, Güney Kore 54 milyar, Avustralya 48 milyar dolarlık savunma bütçeleriyle tarihte görülmemiş bir silahlanma döngüsüne katılıyor.
Çin’in kritik minerallerdeki hâkimiyeti bu tabloyu tamamlıyor. Küresel nadir toprak elementleri üretiminin yüzde 60’ını kontrol eden Pekin, askeri ve sivil teknolojilerde rakipsiz bir avantaja sahip. Türkiye’nin elindeki bor ve lityum rezervleri, bu bağlamda yeni jeostratejik kartlar haline geliyor.
Sonuç
Pekin geçidi yalnızca ihtişamlı bir tören değil, Asya Çağı’nın askeri-teknolojik boyutunun ilanıydı. Çin artık sadece ekonomik değil, askeri ve stratejik güç olarak da oyunun kurallarını yazıyor.
Türkiye açısından asıl mesele, bu yeni denklemin dışında kalıp Batı’nın dar çerçevesine sıkışmak mı, yoksa Asya’nın yükselişini fırsata çevirip “çift kanatlı” bir strateji kurmak mı olacağıdır. Ankara’nın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne diyalog ortaklığı, BRICS ile temasları bu yönde başlayan bir beyin jimnastiğinin işaretleri.
“Ya bizdensin ya da bize karşısın” anlayışına sıkışmadan, hem Batı hem Asya ile dengeli ilişkiler yürütmek Türkiye’nin önündeki en büyük sınavdır. Başarabilirse, ülke yalnızca kendi güvenliğini değil, bölgesel ve küresel konumunu da güçlendirebilir.