Kudüs’teki Yahudi din adamları ve Kudüs’ün Yahudi kralı Hazreti İsa’yı tehdit olarak görmektedir.
Gider, Kudüs’ün Romalı komutanı Pontus Pilate’ye İsa’yı şikayet ederler.
Kentte siyasi durumun gerildiğini fark eden Pilate, aslında konuyla hiç ilgilenmediği ve ortaya çıkan bu yeni peygamberi hiç ciddiye almadığı halde, onu tutuklamak zorunda kalır.
İsa ile Pontus Pilate arasında geçtiği rivayet edilen soru cevap çok meşhurdur.
İsa gerçek dinden söz edince Pilate ona sorar: “Gerçek nedir?”
İsa’nın cevabı şudur: “Gerçek sizi özgür kılar.”
***
Sahiden, “gerçek” nedir? Ve onu bilmek bizi özgür kılar mı?
İkinci sorudan, yani Hazreti İsa’nın sözünden başlayayım: Evet, gerçeği bilmek bizi sahiden de özgür kılar.
Ama başa dönelim: Gerçeği bilebilir miyiz?
İki bin yıl önce Pontus Pilate tarafından sorulan soru da, Hazreti İsa’nın ona verdiği cevap da bugün hala güncel olan bir konu.
Ve meselenin kökünde “Gerçeği bilebilir miyiz?” sorusu yatıyor.
Güncel bir örnek aklıma geliyor: Aylarca Diyarbakır’da öldürülen küçük kız çocuğu Narin’in konuştuk. Mahkemede yargılaması yapıldı. Annesi, amcası ve ağabeyi Narin’i öldürmekten ceza aldı.
Gerçek bu mu? Kaçımız, mahkeme kararından sonra ikna olduk, gerçekten Narin’i annesi, amcası ve ağabeyinin bir olup öldürdüğüne?
En azından ben ikna olmuş değilim.
Ama zaten ‘gerçek’ dediğimiz şey, ikna olmayı gerektirmez. Gerçek her seferinde apaçık bir şey olarak karşımıza çıkar, bir tokat gibi yüzümüze çarpar. En azından öyle olmasını bekleriz.
***
Filozoflar binlerce yıldır “Gerçek nedir ve gerçeği bilebilir miyiz” sorularını tartışıyor.
Büyük Yunan filozof Platon’un meşhur mağara örneği var. Sırtı mağaranın kapısına dönük insanlar, dışarıdan gelen ışığın karşılarındaki duvarda yarattığı gölge oyunlarına bakarlar. Dünya hakkındaki bütün bilgileri bu yansımalardan ibarettir.
Sahiden öyle miyiz? Dünyayla ilgili bilgi ve gözlemlerimiz böyle dolaylı şeylerden, önümüzdeki duvardaki yansımalardan mı ibaret? Eğer öyleyse (ki kabul edelim pek çok konuda öyle) ‘gerçek’i nasıl bilebiliriz?
Platon’dan neredeyse iki bin yıl sonra ‘gerçek’i bilip bilemeyeceğimizi bulmaya çalışan bir başka filozof, Rene Descartes, bu bilme işine önce kendisinden başladı. Peki acaba kendi varlığından emin miydi? Bizim kendi varlığımızın mağaranın duvarında bir gölge oyunu olmadığını nasıl bilebilirdik? Bir soğanı kademe kademe soyar gibi en derine kadar gitti Descartes ve “Var olduğundan emin olabileceğim tek şey düşüncelerim” dedi, “Kendi varlığımdan şüphe ediyorum, öyle varım. Düşünüyorum, o halde varım” dedi.
Bu meşhur cümle modern Batı felsefesinin kurucu cümlesidir. ‘Gerçek’i kendi aklımızdan yola çıkarak bilebilirdik ancak.
Descartes 1650 yılında öldü. Onun ölümünden yedi yıl önce, 1643’te doğan bir başka dev isim, Sir Isaac Newton izleyen yüzyıllar boyunca insanlığa “gerçek”i verdi.
Kütle çekim yasalarını tartışmasız bir matematikle önümüze koyan Newton, insanlığa eğer herhangi bir olayı yaratan nedenleri bilebiliyorsak, o olayın sonuçlarını da önceden bilebileceğimizi gösterdi.
İnsanlık bilimsel düşünce devrimi çağına girmişti, bilim bize “gerçek”i göstermenin yegane yoluydu.
20. yüzyılın başına kadar, yani neredeyse 250 yıl bu yüksek özgüvenle yaşadı insanlık. ‘Gerçek’ neden-sonuç ilişkilerinin arkasında yatıyordu. Yeterince çalışırsak bütün büyük ‘gerçek’i öğrenebilirdik. Dinlerin, inançların, kör dogmaların yerini bilim alacaktı. İnsanlık özgür olacaktı.
Öyle mi olacaktı sahiden? Hayır, çok acele edilmiş, henüz elde olmayan bilgilerle çok büyük sonuçlara sıçranmıştı.
***
20. yüzyılın ilk çeyreği bir başka büyük bilimsel devrime tanıklık etti. Bu devrim, atomun içindeki güçlerin keşfedilmesi devrimiydi.
Ve gördük ki, atomun içinde yer alan ve atomun meydana gelmesini sağlayan güçler arasındaki ilişkileri öyle Newton usulü basit neden-sonuç ilişkileriyle her zaman açıklayamıyoruz. Bazen sonuçların nedenlerden önce meydana geldiğine tanıklık ediyoruz, çoğunlukla da nedenleri Newton mekaniğinin bize öğrettiği yollarla öğrenemiyoruz, dolayısıyla sonuçları da tam olarak kestiremiyoruz.
Newton’un kurduğu determinizm duvarında minicik bir çatlak vardı. O çatlak, büyük Alman fizikçi Max Planck’ın “Doğadaki en küçük birim” (‘Quanta’) adını verdiği Planck sabiti kadar minicikti belki ama çatlaktı işte. O çatlaktan içeri “indeterminizm” (belirlenemezcilik) sızıyordu işte. (Ben bilmiyordum, Karar yazarı, bilim felsefecisi İskender Öksüz’den öğrendim, bazen Sean Carroll’a bazen Steven Weinberg’e atfedilen, “Determinizmin duvarında Planck sabiti kadar bir çatlak var” diye bir söz varmış.)
O duvardaki o minicik çatlak bize ‘gerçek’i her zaman bilemeyebileceğimizi, dolayısıyla Hazreti İsa’nın deyişiyle “özgür” de olamayacağımızı söylüyor.
***
Şimdi gelin en başa dönelim. Hazreti İsa, meşhur diyalogda Pontus Pilate’ye “gerçek”ten söz ederken, tek bir gerçek tanrı olduğunu anlatmak istiyordu. Kendisi çok tanrılı ve dolayısıyla çoklu dine inanan Pilate ise ona “Gerçek nedir” diye sormuştu biraz da küçümseyerek.
Peki ya sahiden gerçek bir tane değilse, aynı konuda birden fazla gerçekten söz etmek mümkünse? Kuantum mekaniği bize gerçeğin birden fazla olabileceğini düşündürüyor çünkü.
Hangi durumda daha özgürüz? Tek bir objektif gerçek varsa ve biz onu bulursak mı? Gerçeğin birden fazla, hatta kişiye göre (subjektif) olduğunu kabul edersek mi?
Bugün bu ikinci dünyada, gerçeğin subjektif olduğunun kabul gördüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Ve bu bizi özgür kılmadı, tam tersine çok mutsuz ediyor.
Gelin haftaya biraz daha devam edelim bu derin konuya.