Central Park’ta Türk Lokumu’ndan Broadway Işıklarına: 48 Saatlik Bir New York Yolculuğu
19 Eylül 2025

New York’a adımımı atar atmaz şehrin ritmi beni içine çekiyor. Gökdelenlerin arasında hızla akan kalabalık, sarı taksilerin korna sesleri, Times Square’in göz kamaştırıcı ışıkları…

Ziyaretimin resmi görevlerini tamamladıktan sonra, her zamanki gibi rotamı Central Park’a çeviriyorum. Bu dev park, şehrin karmaşası içinde nefes alınacak bir vaha.

Sabahın erken saatinde parkta koşanların temposunu izlerken bir fayton görüyorum. Emrah Doğru’nun ellerinde yön bulan asil at Türk Lokumu, gururla adımlarını atıyor. Lokum’un nal sesleri göletlerin, tarihi köprülerin ve heykellerin arasından yankılanıyor. Faytona atlayıp kısa bir tur yaptığımda, şehrin bambaşka bir yüzünü keşfediyorum. New York’u yürüyerek gezmek güzel ama Türk Lokumu’nun ritmi eşliğinde görmek bambaşka bir his.

Öğle saatlerinde Midtown’un kalabalığına karışıyorum. Klasik bir steakhouse’da New York’un iddialı etlerini tadıyorum. Ardından Brooklyn’de ince hamurlu pizzalar, Chinatown’da buharda pişmiş dim sum tabakları, Little Italy’de ev yapımı makarnalar… Gerçek büyü ise Queens’in sokaklarında. Aynı caddede bir Türk kebapçısı, bir Hint curry dükkânı ve bir Peru cevicheriası yan yana. New York’un “dünya mutfağı” ruhu işte burada damakta hissediliyor.

Bir akşamımı eski bir dostumla rastgele seçtiğimiz küçük bir Yunan restoranında geçiriyorum. Masaya gelen çıtır kalamar, taptaze Yunan salatası ve mezeler, sohbetin keyfiyle birleşince unutulmaz bir deneyime dönüşüyor.

Şehrin sanatı da büyülüyor. MoMA’da çağdaş sanatın cesur işleri, Metropolitan Museum’da Antik Mısır’ın görkemi, Chelsea’de küçük galerilerin sürpriz sergileri… Ama gecenin zirvesi Broadway’de. Perdeler açıldığında, ışıklar yanarken, New York’un enerjisi doruğa çıkıyor.

Ertesi sabah şehrin gizli yüzlerini keşfetmeye koyuluyorum. High Line boyunca yürürken eski bir tren hattının modern bir parka dönüşümünü görüyorum. Brooklyn’in DUMBO sokaklarında Manhattan manzarasına dalıyorum. Strand Bookstore’un rafları arasında kaybolmaksa bambaşka bir yolculuk gibi. New York’un büyüsü sadece dev sahnelerde değil; bazen sessiz bir kitapçıda, bazen sabahın ilk ışığında görülen bir mural’da saklı.

Bu seyahatin en keyifli sürprizlerinden biri sevgili Dileğin organize ettiği nehir turu oluyor. Manhattan’ın siluetini suyun üzerinden izlemek, şehre bambaşka bir perspektiften bakma fırsatı veriyor.

Kişisel bir dokunuş da katıyorum: Kentte yaşayan yeğenim Naim Yiğit Sezgin’in doğum gününü kutluyoruz. Birlikte şehrin köşelerini geziyor, küçük bir pastayla günü taçlandırıyoruz. Gökdelenlerin gölgesinde aile sıcaklığını hissetmek, New York’u daha da özel kılıyor.

Son akşamımı Brooklyn’de bir rooftop barda geçiriyorum. Karşımda Manhattan silueti, Hudson Nehri’nin yansımaları, şehrin gece ışıkları… Ve kulaklarımda hâlâ Central Park’ta Türk Lokumu’nun çıkardığı ritmik tıkırtılar.

New York, herkes için farklı. Kimi Times Square’i sever, kimi Wall Street’i, kimi Broadway’i. Benim New York’um ise Türk Lokumu’nun adımlarıyla başlıyor, Queens’in lezzetleriyle çeşitleniyor, Broadway ışıklarıyla parlıyor, nehir turunun esintisiyle ferahlıyor ve aileyle paylaşılan bir doğum günüyle anlam kazanıyor.

Ayrılırken şunu düşünüyorum: New York yalnızca bir şehir değil; aslında ona yüklediğiniz hikâyelerle yaşayan bir evren.

ÇOK OKUNANLAR