Yukarıdaki keskin soru kaba bir genelleme gibi gelebilir.
Ama buna ikna edici bir yanıt aramak yalnızca sosyolojik merak değil; uluslararası ilişkilerde yolumuzu aydınlatacak stratejik bir ihtiyaç. Çünkü ülkeler, bireyler gibi duygularla değil; algılarla, imajlarla ve çıkar hesaplarıyla karşı karşıya geliyor.
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Diplomasi tarihini biraz kurcaladığınızda, dostlukların değil çıkarların kalıcı olduğunu görürsünüz.
Ancak kalıcı önyargılar ve olumsuz imajlar, yalnızca psikolojik bir gölge değil; ekonomiden siyasete, güvenlikten kültüre kadar gerçek maliyetler yaratan bir engeldir. Bir ülkenin en büyük düşmanı bazen ordular değil, zihinsel bariyerlerdir.
Bizim de Sevmediklerimiz Var
Önce dürüst olalım: Bizim de hoşlanmadığımız uluslar var. Tarih boyunca yaşanan savaşlar, göçler, kırılmalar ve güncel politikalar nedeniyle mesafeli durduğumuz toplumlar az değil.
Dolayısıyla mesele “herkes birbirini sevsin” gibi romantik bir beklenti değil. Asıl mesele, önyargının nefret ve güvensizliğe dönüşmesi; işte o zaman ilişkiler zehirleniyor, gelecek ipotek altına giriyor.
Dostluklar, Mesafeler ve Çelişkiler
Türklere yönelik algı coğrafyaya göre değişiyor.
Afrika sokaklarında, Ortadoğu’nun çarşılarında, Pakistan’ın üniversite kantinlerinde Türkiye’ye dair sıcaklık hissedebilirsiniz. Somali’de, Sudan’da, Etiyopya’da ya da Fas’ın Marrakeş çarşısında bir taksicinin ağzından duyacağınız “dost ve kardeş Türkiye” sözleri, yalnızca siyasi değil insani bağların da yansımasıdır.
Bu yakınlığın arkasında TİKA’nın projeleri, insani yardımlar, sağlık ve altyapı yatırımları bulunuyor.
Batı’da ise tablo daha karmaşık. Osmanlı mirası, göç dalgaları, 1915 olaylarına dair anlatılar, son yıllarda yaşanan siyasi krizler… Hepsi üst üste biniyor.
Kimi zaman, en modern ürününüzü bile “Made in Turkey” etiketiyle pazara sokmakta zorlanıyorsunuz. Çünkü zihinlerdeki tortular, mallardan daha ağır geliyor.
Çin’de uzun süredir ihtiyat hâkim. Ne sıcak dost ne de açık rakip. Doğu Türkistan’daki baskı politikaları nedeniyle gönül bağları kurulamadı.
Hindistan’da Atatürk sevgisi hâlâ güçlüdür; ama Pakistan’la yakınlığımız yüzünden bir anda soğuyabilen kırılgan bir ilişki söz konusu.
Tarihin Gölgesi
Bizim gururla kutladığımız 1453, başkalarının hafızasında bir “işgal”dir. Bizim destan diye andığımız Çanakkale, Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar için “kayıp kuşak”tır.
Tarih, tek bir gerçek değil; farklı toplumların farklı acılarıdır. Balkan göçmenlerinin dramı, Anadolu’da kaybolan cemaatlerin hikâyesi, imparatorluğun çözülüşünde yaşanan travmalar… Bunların hepsi hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılıyor.
Türkiye’nin en zor sınavlarından biri, kendi tarihini yüceltirken başkalarının hafızasındaki yaraları inkâr etmeden, dengeli bir anlatı kurabilmektir.
İçerdeki Çatlaklar ve Ezberler
“Türkler, Türkleri seviyor mu?” sorusu da en az dışarıdaki algı kadar kritik.
Kutuplaşma, kimlik tartışmaları, azınlık sorunları, Kürt meselesi, demokrasi krizleri… Bunların hepsi dışarıya çelişkili bir fotoğraf veriyor. Diasporadaki Rum, Ermeni, Yahudi lobileri ve FETÖ yapılanmaları da bu tabloyu olumsuz yönde besliyor.
İçeride ise hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılan bir cümle dolaşıyor: “Türkiye’den bir şey olmaz.”
Bu yalnızca bir hayal kırıklığı değil, bir kader dayatmasıdır. Gençlerin önemli bir kısmı bu yüzden umutlarını ülke dışında arıyor. Oysa sorun insan kaynağımız değil; onu değerlendirecek yapısal zeminin çarpıklığıdır. Feodal bağlar, hemşericilik, rant paylaşımı öylesine güçlü ki, birini bir gecede “kahraman” ya da “lider” ilan edebiliyor.
Din, Kimlik ve Algı
Türkiye’de dinin kamusal hayattaki artan rolü içeride doğal karşılanabilir.
Ama Batı’da, küresel İslamofobiyle birleştiğinde soru işaretleri doğuruyor. Avrupa Birliği’ni “Hristiyan kulübü” diye eleştirip aynı anda İslam İşbirliği Teşkilatı’nda aktif olmak, Batı basınında çelişki gibi sunulabiliyor. Bu da “Türkiye dini önceliyor mu?” şüphesini büyütüyor.
Türk Dünyası: Güven ve Fırsat
Sovyetler dağıldığında “Türk Dünyası” ideali büyük umut yarattı. Ama kısa vadeli çıkarlar, tutmayan sözler güveni sarstı. Bugün Türk Devletleri Teşkilatı, kültürel işbirliği, enerji ve ulaştırma koridorlarıyla yeni bir fırsat sunuyor. Doğru yönetilirse, bu kez bağlar daha sağlam kurulabilir.
Algının Gerçeği Yendiği Anlar
Kıbrıs Barış Harekâtı, Ankara’da meşru bir garantörlük gereği olarak görülüyor; dünyada ise hâlâ “işgal” diye anılıyor.
1915 olaylarında tarihsel yorumlar farklı; ama uluslararası algı, Türkiye’yi “soykırım”la özdeşleştirmeye devam ediyor.
Bu durum, algının çoğu zaman gerçeğin önüne geçtiğini gösteriyor.
Kültür, Sanat ve Eksikler
Türkiye kültür, sanat, spor ve bilim alanında katkılar sunuyor. Ama Batı’nın dev marka imajlarını dengeleyecek küresel ikonlarımız hâlâ az. Nobel ödüllü birkaç isim dışında dünya çapında sembolleşmiş insanlarımız sınırlı.
Oysa küresel sahneye çıkan her sporcu, sanatçı, bilim insanı ya da şirket, Türkiye’nin algısını değiştiren sessiz diplomatlar gibidir.
Ne Yapmalı?
Birincisi, yeni bir ulusal anlatı geliştirmeliyiz. Tarihi inkâr etmeden, ama yükünü tekrar etmeden; Türkiye’yi üretim, bilim, teknoloji, sanat ve çözüm üzerinden tanımlayan çağdaş bir hikâye kurmalıyız.
İkincisi, küresel rol modeller yaratmalıyız. Dünya sahnesinde daha fazla sporcu, sanatçı, bilim insanı ve şirket gördükçe, Türkiye’ye dair algı da kendiliğinden değişecektir.
Üçüncüsü, kültürel diplomasi ve yumuşak gücü profesyonelleştirmeliyiz. TİKA, Yunus Emre Enstitüleri, diziler, mutfak, spor ve sanat projeleri tek bir stratejik çerçevede buluşmalı. Tesadüflere değil, planlı projelere dayalı bir ülke markası yaratmalıyız. Uluslararası PR şirketlerinden de yararlanarak.
Türkiye’den Çok Şey Olur
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ama saygı, güven ve itibar olmadan hiçbir ülke kalıcı güç olamaz.
Bugün dışarıda hâkim olan “Türkler sevilmiyor” algısı da, içeride kökleşmiş “Türkiye’den bir şey olmaz” söylemi de aşılabilir.
Doğru stratejilerle üç ila beş yıl içinde bu ezberler tersine çevrilebilir. Sadece vitrinde kozmetik değişikliklerle değil, gerçek dönüşümlerle, derin reformlarla… Ama her şeyden önce, ülke içinde herkesin birbirini sevmesini, saygı duymasını ve ortak geleceğe inanmasını başararak.