Arjantinli dev yazar Jorge Luis Borges’in meşhur sözüdür:
“Ya yaşadığımız bu hayat, bir kaplanın tam avına atılmak üzereyken aklından geçenlerse?”
Gel de bu spekülasyona cevap ver şimdi. “Hayır, benim yaşadığım hayat gerçek” diyenlerin bu gerçekliği ispat etmesi gerekir. Oysa o ispat yapılamaz.
Olsa olsa felsefecilerin “ontolojik kanıt” dediği şey ileri sürülebilir, onu da geçen hafta yazdım, zamanında Descartes yapmış işte. “Düşünüyorum, öyleyse varım” demiş.
Kendi varlığımız dahil bildiğimiz her şeyi kendimize dayalı olarak bilebiliriz ancak. Dışarıdan bir kanıtı yoktur ne bildiklerimizin ne de kendi varlığımızın. Borges’in dediği gibi bütün hayatımız bir hayalden ibaret de olabilir.
Peki ama yine de bir sürü şeyi biliyoruz. Evren var, galaksiler var, yıldızlar var, gezegenler var, yaşadığımız dünya var ve biz varız.
Bunları nereden biliyoruz? Nasıl eminiz bütün bunların varlığından?
İnsan beyninin belki de en büyük icadı olan şey sayesinde: İletişim.
Tek tek beyinlerimizi birbiriyle konuşturan ve böylece bilgisayar deyimiyle bir “network”ün, yani beyinler arası ağın doğmasını sağlayan şey iletişim.
İletişimin zamanla yazılı hale gelmesi, bize geçmişin bilgisini biriktirme imkanı da verdi. Derken o iletişimi somut elle tutulur konulardan soyut konulara, sadece hayal edebildiğimiz konulara uzattık, matematiği icat ettik.
Matematiğin bir sürü önemli fonksiyonu var insanlık açısından ama bir tanesi en öne çıkanı: Soyut, hayal edilen şeylerden söz ederken hepimizin aynı şeyden (aynı hayali şeyden) söz etmesini sağladı matematik.
Bu sayede bilim yapabiliyoruz. Kuantum alan denklemi yazdığınızda, dünyanın öteki ucunda yaşayan ve sizi hiç tanımayan bir başka insanoğlu o denkleme bakıp sizinle aynı şeyi görüyor.
Matematiğin bir başka önemli fonksiyonu, bize bu bilinmezler aleminde üzerine ayağımızda basıp sabit kalabileceğimiz bir temel vermesi. Matematiğin kesinliği ve keskinliği bizim ayağımızın hep yere değmesini sağlar.
Isaac Newton, dünyanın güneşin etrafında nasıl olup da döndüğünü ve dolayısıyla kütle çekim kuvvetini açıklarken elinde sadece matematik denklemleri vardı. Newton’un dediğinin kendi içinde tutarlı ve sonunda “doğru” olup olmadığını anlamanın yegane yöntemi o matematiğe bakmaktı. Matematik doğruysa, Newton’un söylediği de doğruydu. Newton’ın söylediği bir dizi gözlemle de tutarlı olduğuna göre, demek evrenin her yerinde de doğruydu.
Newton’un matematiği her konuda gözlemle uyuşuyordu ama bir konu hariç: Merkür gezegeninin yörüngesini ve hareketlerini Newton’dan yola çıkarak bulamıyordunuz.
O sorunu Albert Einstein’ın kütle çekim kanunları çözdü, Newton yasaları hala yanlış değildi ama Einstein’in genel görelilikteki hesabı daha doğruydu. Bir matematik diğerinin yerini almıştı.
Teorik olarak Einstein’ın matematiği evrenin her noktasında geçerli olmalıydı. İnsanın insan olalı beri geliştirdiği düşünce sistematiği bunu emrediyordu.
Ama 1925 yılında başka bir adam çıktı, Werner Heisenberg isimli bu adam o matematiğin ve onun beraberinde getirdiği “mekaniğin” (yani işleme biçiminin) atomun içine girdiğimizde geçerli olmadığını gösterdi. Heisenberg bunu Einstein’la ve ondan önce gelen pek çok kişiyle aynı dili kullanarak, matematik yoluyla yaptı.
Heisenberg temelde iki şey söylüyordu: 1. Einstein’ın ve Newton’un klasik fizik mekaniği atomun içine girdiğinizde geçerli değildi. Atomun içinde olan bitenleri anlamak için istatistiğe, yani olasılıklara bakmaktan başka yolumuz yoktu; 2. Atomun içinde bizim alışık olduğumuz neden-sonuç ilişkilerinin yaşanıp yaşanmadığını bilmemizin bir yolu yoktu, çünkü bir elektronun aynı anda hızını ve yönünü bilemezdik, ancak birinden birini bilebilirdik. Öyle olunca da o elektronun bir an sonra nerede olacağını kestiremezdik.
Heisenberg’in bugün “kuantum alan fonksiyonu denklemi” diye bildiğimiz matematiğinin ortaya çıkardığı bir imkansız durum var, buna fizikte “ölçme problemi” deniyor.
Kuantum seviyesinde herhangi bir olayı gözlemek istediğinizde ister istemez bu gözlem için kullanacağınız alet edevat o gözlemi bozuyor, etkiliyordu, çünkü o araçlar da kuantum seviyesinde gözlenen şeyle etkileşime geçiyordu.
Heisenberg bunları söyleyeli 100 yıl oldu. İnsan aklı, onun ortaya attığı “ölçme problemi”nin etrafından dolaşmayı amaçlayan bir sürü çok zekice yöntem buldu, deney yaptı ama “ölçme problemi” hala yerinde duruyor ve bu da insanı bir ümitsizliğe sevk ediyor: Acaba evrenimiz ve bu evrendeki varoluşumuzla ilgili temel kanunları hiçbir zaman bulamayacak mıyız?
Belki bütün insanlık tarihinin en önemli felsefi/entellektüel tartışması 1927 yılında Belçika’da Solvay Konferansı adı verilen meşhur toplantıda yapıldı. Tartışmanın bir tarafında Albert Einstein vardı, diğer tarafında ise Heisenberg’in “hocası” Niels Bohr.
Bu tartışmada Albert Einstein’ın öne sürdüğü ve Heisenberg’in teorisinin eksik olduğuna dair söylediği bütün iddialar Niels Bohr tarafından çürütüldü. Ama bu Bohr’un ve Heisenberg’in haklı oldukları anlamına gelmiyordu; sadece Einstein’ın ortaya attığı düşünce deneylerinin yeterince iyi ve tutarlı olmadığı anlamına geliyordu.
O yüzden bu tartışma bitmedi.
Tartışmanın temelinde basit bir inanç yatıyor: İnsanoğlu, kendi aklıyla doğayı ve doğanın kanunları kavrayabilir, bunları izah edebilir mi, edemez mi?
Einstein, “Edebilir ve etmeli” diyordu. Bohr ve arkadaşları ise “Edemeyebilir” diyorlardı.
İnsanın doğanın kanunlarını anlama çabasına verilen isim olan bilimin en güzel taraflarından biri, herhangi bir şeyi bilmiyor olmaktan korkmamak, aksine onu öğrenmeye gayret etmek.
Ama 100 yıldır devam eden bu tartışmada öyle temel bir şeyden söz ediyoruz ki, insana kendi varlığını, kendi bilişinin sınırlarını sorgulatıyor. O yüzden yazıya Borges’in meşhur cümlesiyle başladım.
Nasıl bir evrende yaşadığımızı kesinkes bilemiyor ve belki hiçbir zaman da bilemeyecek olmak bugün içinde yaşadığımız dünyanın en karakteristik özelliği.
Ama her şeye rağmen, bilmiyor olmaktan korkmamak lazım.