Atina’ya ayak bastığınızda, şehrin taşları size önce Antik Yunan’ı fısıldar. Akropolis’in sütunlarında, Dionysos Tiyatrosu’nun gölgelerinde, binlerce yıllık bir uygarlığın izlerini duyarsınız. Ama şehrin fısıltıları sadece geçmişten gelmez; çağdaş sanat galerilerinde, kafelerin uğultusunda, sahil semtlerinin deniz kokusunda da yaşar. Geçen hafta Atina’daydım, benim Atina yolculuğum, tam da bu farklı seslerin peşinde geçti: bir opera divasının yankısı, bir ressamın çığlığı, bir koleksiyoncunun vizyonu, uzolu bir masada basketbol…
İlk durağım, Acropolis’in aksine şehrin kalbindeki Maria Callas Müzesi oldu. İçeri girdiğim anda, sahne tozunun büyüsü üzerime siniverdi. Açılan ilk kapıda Callas’ın sahnedeki silueti sanki canlı gibi Puccini’nin Tosca’sından “Vissi d’arte” aryasını söylüyordu, iç içe geçen her kapıda bir başka arya sizi sarıp sarmalıyor, tüller uçuşuyor, sanki Callas her an bir yerden çıkacak gibi hissediyorsunuz. Callas’ın sesiyle karşılanmak, daha ilk dakikada bir sanat mabedine girdiğinizi hissettiriyor. Açtığınız bir kapıda La Traviata diğerinde Norma sizi karşılıyor.
Bir başka kapıyı açtığınızda Callas’ın kariyerindeki dönüm noktası olan 3 ikonik aryayı dinliyorsunuz, Verdi’nin İl Travatore’sinden, D’amor sull’ali rosee, Bizet’nin Carmen’inden L’amour est un oiseau rebelle, ve Puccini’den O mio babbino cara. Ardından Callas’ın Juilliard School’da verdiği Masterclass’ları izlemek mümkün. Üstelik o dönem bu dersler sadece müzik öğrencileri için değil halka da açıkmış. Kimi zaman sert, kimi zaman şefkatli ama her daim tutkulu bir öğretmenmiş Callas…
Bir Diva’nın telefon defteri
Sergilenen sahne kostümleri, titrek el yazılarıyla dolu notalar, Hermes’in diva için yaptığı özel eşarp, aldığı nişanlar ve hayatının en önemli 4 erkeği, Aristotle Onassis, Giovanni Battista Meneghini, Luchino Visconti, Pier Paola Pasolini…
Bir divanın telefon rehberinde kimler olur? Tabii ki prensler, prensesler, Maria Callas’ın telefon defterinde de Grace Kelly, Prens Rainier, Audrey Hepburn, Charlie Chaplin, Greta Garbo, Windsor Dükü, Ağa Han, Lawrence Olivier gibi isimler var.
Ama beni en çok etkileyen, hocası İspanyol soprano Elvira de Hidalgo’ya gönderdiği mektuplardı. Çünkü Maria Callas’ı La Divina yapan hocası soprano Hidalgo bu mektupları ona Ankara Karanfil Sokak 15B’den yazmış. Callas Müzesi’nde sergilenen bu mektuplar 3 Ocak 1949 ve 27 Haziran 1949 tarihli. Yalnızca Callas’ın değil, Leyla Gencer’in de öğretmeni olan Hidalgo’nun zarif el yazısı, Atina’daki Maria Callas müzesinde. Callas için Hidalgo yalnızca bir öğretmen değil, sanat hayatının pusulasıydı.
Hidalgo neden Ankara’daydı?
Hidalgo neden Ankara’daydı? Elvira de Hidalgo, tıpkı Carl Ebert gibi, Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınmış, Ankara Devlet Konservatuarı’nda genç Cumhuriyet’in sanat hayatına damgasını vurmuştu. Carl Eber 1936’da Ankara Devlet Konservatuarı’nı kurduktan sonra Hidalgo’yu Ankara’ya davet eder, Hidalgo Türkiye’ye gelirken yanında öğrencisi Callas’ın ona hediye ettiği piyanoyu da getirir. Callas’ın New York’tan Atina’ya dönerken yanında getirdiği piyanosu bu kez Atina’dan Pire’ye, oradan da gemi ile İstanbul’a gelir. Karaköy rıhtımına yanaşan gemiden indirilen piyano, bir tekne ile Haydarpaşa Garına götürülüp Ankara trenine konduğunda yıl 1945’tir.
Elvira de Hidalgo, Ankara’da iki yıl kadar kalır ve bu sırada Leyla Gencer ve Suna Korat’ın şan eğitimlerine de katkıda bulunur. İşte o yıllarda öğrencisi Maria Callas’ın yükselişine mektuplarıyla destek olur. Hidalgo birkaç yıl sonra rahatsızlanınca, Türkiye’den ayrılmaya karar verir. Milano’ya giderken piyanosunu yanında götürmek yerine, sevgilisi ve dostu Mordo Dinar’a bırakır. Ancak Dinar evde çok yer kapladığı gerekçesi ile bir süre sonra piyanoyu bir antikacıya satmış olsa da birkaç gün sonra, o sıralar iyice ünlenen Maria Callas’ı radyoda dinleyince, pişman olur. Piyanoyu geri vermek istemeyen antikacıyı, sattığı fiyatın iki katını ödeyerek razı edebilir. Yıllar sonra Yiğit Okur bu hikâyeyi Dinar’dan dinler ve “Piyano” adlı bir roman yazar.
Bir kadeh rakı, bir taze lüfere
Dinar’ın 2002’de vefat etmesinin ardından Madrid’de yaşayan kızı, Yiğit Okur’a bir mektup yazarak piyanonun akıbetiyle ilgilenmesini ister. Böylece piyano, Suna ve İnan Kıraç çiftine teklif edilir. Ancak eşsiz piyano için ödenecek fiyat belli değildir. Kıraçlar, piyanoyu Pera Müzesi’ne koymak üzere alır. Dinar’ın kızı ise karşılığında öyle zarif bir bedel belirler ki, “Bir gün İstanbul’a geldiğimde, beni Boğaz’ın salaş meyhanelerinden birine götürün. Bir kadeh rakı, bir taze lüfer… Piyanonun bedeli budur. Yeter ki kaybolmasın, değerini bilenin elinde kalsın”der. İşte bu yüzden bugün, Pera Müzesi’nin kafesinde bir köşede sessizce duran o piyano, yalnızca bir enstrüman değil; Callas’ın sesiyle, Hidalgo’nun anılarıyla İstanbul Boğazı ile birleşen bir hikâyenin simgesi.
Kiklad Müzesinde bir sergi
Atina’da Kiklad Müzesi’nde görmek istediğim bir sergi daha vardı. Antik çağın yüzü olmayan Kiklad figürlerinin dinginliğine, Güney Afrikalı ressam Marlene Dumas’ın “Cycladic Blues” sergisi eşlik ediyordu. Bir yanda M.Ö. 3000’den kalma mermer figürlerin soyutluğu ve zamansızlığı, diğer yanda günümüz insanının en çıplak duygularını kanlı canlı tuvale döken portreler…
Dumas’nın tablolarına bakarken zaman çizgisi eriyip gidiyor, antik ile modern arasında yalnızca bir nefeslik mesafe kalıyordu. Mayıs ayında Dumas’ın Miss January adlı eseri Christie’s’de 13,6 milyon dolara satılarak yaşayan bir kadın sanatçı için en yüksek rakam olarak kayıtlara geçtiğini hatırlatmak isterim.
Karpidas’ın kolleksiyonu
Ben Atina’nın sanat dünyasını keşfederken dünyanın en önemli koleksiyonerlerinden biri olan Yunanlı Pauline Karpidas’a ait eserler Sothbey’s’de açık arttırmayla satılıyordu. Karpidas’ın Hydra Adası’ndaki evinde oluşturduğu koleksiyon, Salvador Dali’den Andy Warhol’a Damien Hirst’den, Giocometti’ye, René Magritte’den Hannah Höch’e, Claude Lalanne’e kadar birçok eşsiz eseri barındırıyor. Müzayede sonunda koleksiyonundaki eserler 100 milyon dolarlık satışla white glove seviyesine ulaştı.
Atina’da Türkiye-Yunanistan maçı izlemek
Atina’da bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Atina’nın sahil semti Glyfada’da kaldık. Bu biraz da bilinçli bir seçimdi. Burada sabahları deniz kenarında yürüyüş yapıyor, akşamları restoranlarda keyifli masalarda leziz yemekler yiyorsunuz. Tatilim, büyük bir heyecana denk geldi, Türkiye–Yunanistan basketbol maçı.
Maçı Glyfada’da Türkiye’den göç eden bir Yunanlı dostun restoranında izledik. Masalarda mezeler, kadehlerde uzo, bir yanda Türkiye’den gelen birkaç turist, diğer yanda Yunanlı aileler… Ve herkesin dilinde tek bir isim vardı: Ergin Ataman. Panathinaikos’un da koçu olan Ataman, Atina’da adeta kahraman statüsünde. Üstelik o da Glyfada’da yaşıyor, her sabah Glyfada sahilinde yürüyüş yapıyor ve halk plajından denize giriyor. Yani onlar için “bizim Ergin Hoca”. Maç ilerledikçe tansiyon yükseldi. Türkiye’nin galibiyetiyle önce bir sessizlik çöktü ortama. Ardından bir Yunanlı gülerek, “Neyse, en azından bizim hocamız kazandı” dedi. Kahkahalar restorana yayıldı. Ah keşke şampiyon da olabilseydik.
Glyfada’ya kadar gitmişken…
Ve tabii Glyfada’ya kadar gitmişken, Astir Beach’in altın kumlarına uğramadan olmaz. Sahile vardığınızda kendinizi bir moda çekiminde gibi hissediyorsunuz, Four Seasons’ın şık sahili, yan masada Vogue dergilerini karıştıran bronz tenliler, denize açılan görkemli yatlar… Astir, yalnızca bir plaj değil, Atina’nın modern şıklığının vitrini. Burada Ege’nin tuzlu rüzgârı yüzünüze vururken, hayatın ne kadar güzel olduğunu bir kez daha keşfediyorsunuz.
Komşu her zamanki gibi neşeli, sıcak ve biz gibi…