“Ölümsüzlük saplantısı”“Mutluluk diktatörlüğü”“Hakikâtsizlik düzeni”“Deepfake toplumları”
“Barbarlığa geri dönüş” vs.
Düzgün bir insan gibi kalmayı ‘yetersiz’, ölümü ‘hata’ ya da ‘kusur’ gibi görüp ‘onlarla didişme arzusu’ -ardındaki ‘tamamen duygusal hesaplar’ üstü örtülerek- körüklendikçe, insanlık “Yoksa ‘insan’ kaybediliyor mu?” sorusuna dönüyor.
Ürkütücü olan, asıl büyük hedefleri bence muğlak teknolojinin kendisi değil.
Ölüm, acı, sınırlılık, had bilmek, duygular ve özgürlük ile kurulu bağlarının biraz sapkınca koparılması.
Aklıselimin bu gidişi fark etmiyor olması mümkün mü?
İşte o durumda hırtlaşmaya kadar vardırılabilen berbat bir şey başlıyor.
Öyle davranan, içindeki ‘uyarıcı sesi’ vaktiyle rahatını kaçırıcı bulup kulak arkası etmiş, öyle biri gibi görülmek istediği bir kişiliğe, fikirlere, aslında ‘ona uzakta bir hayata’ fazla angaje olmuş biri, “çivi çiviyi söker” diye düşünüyor olmalı.
Yani, vites artırarak devam.
(Siyasette de öyle. Sert sözler, argoyu aşar, küfüre varır. Bakarsınız, sadece bir ana-avrat kalmış.)
Sonuçta o ‘hâl ve hareketten’ dönebileceği ‘köprüden önceki son çıkışı’ -“dediğim dedik, çaldığım düdük”ısrarıyla- geride bıraktığı için, hepten anlaşılmaz, yeri geldiğinde lâfı adamakıllı ‘izan’ ve ‘his kaybına’ vardıran, talihsiz ve tarihsiz biri oluveriliyor.
Gerçi bir süre sonra, elbette bildiğinden dönmüş gibi, mutsuz gibi görünmemeye özellikle dikkat edilerek, küçük ‘kıvırmalar’ başlıyor…
Ben ‘mutluluk’ denen şeye onca düşkünlüğe, ona hayatın esasıymışçasına sarımaya da akıl erdirmiş değilim.
Beni geçelim, “o kavrama takılıp kaldıkları için Yunan felsefesinin aslında çok yüzeysel olduğuna” kani çok kıymetli bir düşünce insanı dost da, bana “o kelimeyi lügatından sildiğini” yazmıştı.
Benim önemsediğim, ‘kötülüğe karşı çıkabilen’ bir tabiatımızın olması.
Bana sorulacak olursa da, önümüz kötü.
(Benzer bir filmi daha önce de görmüştük. Ama bu kısa yazıdaki kişiler, filmlerin aksine, hayâl mahsulü değiller, gerçek hayattan alınmışlardır.)