Virginia Woolf, neredeyse yüz yıl önce “Kendine Ait Bir Oda” adlı metninde, kadının yazabilmesi, üretebilmesi, yani yaratıcı özünü ortaya koyabilmesi için öncelikle bir odası ve kendine yetebilecek bir geliri olması gerektiğini söyler. Oda, onun kaleminde yalnızca fiziksel bir mekân değil; zihinsel bir özgürlüğün, bağımsızlığın, başkalarının gözetiminden arınmış bir varoluşun sembolüdür.
Aradan geçen onca yıla, değişen toplumsal rollere ve teknolojik devrimlere rağmen, Woolf’un çağrısı bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Ama belki de artık daha ileriye taşınması gerekiyor. Çünkü çağımızın insanı, sadece bir odaya değil, çok daha kıymetli bir şeye ihtiyaç duyuyor: Beklentiden arınmış bir zaman.
Zamanın Kıymeti ve Kayıp Hali
Bugün zaman, neredeyse her şeyden daha değerli bir kaynak. İş hayatının hızla akan temposu, bitmeyen sorumluluklar, görünmez toplumsal beklentiler ve sürekli bağlı kaldığımız ekranlar, günlerimizi başkalarının ajandalarına teslim ediyor. Bir bakıyoruz, kendi iç sesimize kulak vermek için tek bir an bile bulamamışız.
Bize ait olmayan, başkalarının talepleriyle parçalanmış bu zamanlar, ruhumuzu giderek daraltıyor. Ve biz, bu daralmayı hafifletmek için yeni kaçış yolları arıyoruz: Dizilere sığınıyoruz, sosyal medyada kayboluyoruz, uçak bileti alıp başka ülkelere kaçıyoruz. Ama tüm bu kaçışların ortasında eksik kalan şey aslında çok daha basit: Kimsenin bizden hiçbir şey beklemediği bir zaman dilimi.
Modern Escapism: Kaçış mı, Yeniden Doğuş mu?
Psikolojide “escapism” yani kaçışçılık, çoğu zaman olumsuz bir kavram gibi görülür. Gerçeklikten uzaklaşmak, sorumlulukları ertelemek, kendini oyalanmalara teslim etmek… Ama modern çağda, özellikle bu denli stresli ve gergin bir dönemde, kaçış bazen hayatın ta kendisini kurtarır.
Eğer doğru niyetle yaşanırsa, kaçış yalnızca bir sığınma değil; yeniden doğma fırsatıdır. Telefonu sessize alıp kısa bir yürüyüşe çıkmak, zihni başka diyarlara taşıyan bir romanın sayfalarına gömülmek, bir pencerenin önünde sadece gökyüzünü izlemek… Bunlar, aslında hayata dönmenin en basit ama en güçlü yollarıdır.
Beklentisizliğin Gücü
Bizi en çok yoran şey, çoğu zaman işlerin kendisi değil, onlara eşlik eden beklentilerdir. Başarılı olmak, üretmek, paylaşmak, görünür olmak, onay almak… Oysa beklentiden arınmış bir zaman, yalnızca var olma hakkını bize iade eder.
Böylesi bir zaman diliminde kimseye yetişmek, kimseye kanıtlamak, kimseye göstermek zorunda değilizdir. İşte o anda, insanın hayal gücü de, yaratıcılığı da, ruhunun derinliği de serbest kalır. Woolf’un odası, bugünün dünyasında işte bu “beklentisiz zaman”la tamamlanır.
Odanın Gölgesinde: Eşitsizlikler
Woolf’un “oda” metaforu aynı zamanda finansal ve eğitimsel eşitsizliklerin altını çizer. Shakespeare’in hayali kız kardeşinin asla yazamayacağını, çünkü eğitimden mahrum bırakıldığını, kendi gelirine sahip olamadığını söyler. Oda, yalnızca dört duvar değil; aynı zamanda maddi bağımsızlığın ve bilgiye erişimin sembolüdür.
Tam da bugün, küresel ekonominin dalgalandığı, gelir adaletsizliğinin derinleştiği, eğitim olanaklarının uçurumlar yarattığı bir dönemde, Woolf’un “oda”sının gölgesi bize şunu hatırlatıyor: beklentiden arınmış zaman, yalnızca bireysel bir özgürlük değil, aynı zamanda bir eşitlik meselesidir.
Bugün hâlâ birçok insan için, özellikle kadınlar için, bu oda ve bu beklentisiz zaman bir ayrıcalık olmaya devam ediyor. Günlük hayatın yükünü tek başına taşıyan, maddi bağımsızlığı kısıtlı olan, eğitim olanaklarından mahrum bırakılan bireyler için “beklentiden arınmış zaman” bir lüks gibi görünebiliyor. Bu nedenle, Woolf’un çağrısı günümüzde sadece bireysel bir özgürleşme değil, aynı zamanda sosyal adaletin de bir meselesi.
Global Karanlıkta Bir Işık Arayışı
Üstelik bugün dünya, yalnızca bireysel değil, kolektif yaralarla da boğuşuyor. Savaşların, göçlerin, iklim krizinin ve sürekli büyüyen küresel pesimizmin gölgesinde yaşıyoruz. Haber bültenleri her gün yeni bir felaket, yeni bir kayıp, yeni bir umutsuzluk manzarası sunuyor. İnsanlık, kendini hem zihinsel hem duygusal bir yorgunluğun içinde buluyor.
Tam da bu yüzden, beklentiden arınmış zaman artık sadece kişisel bir lüks değil, varoluşsal bir ihtiyaç haline geliyor. Dünyanın pesimist havası altında bile kendi küçük boşluklarımızı yaratabilmek, bize yalnızca nefes almak değil, aynı zamanda hayata tutunmak için güç veriyor.
Çağımızın Lüksü: Sessizlik ve Boşluk
Belki de modern dünyanın en büyük lüksü artık pahalı eşyalar, egzotik seyahatler ya da kalabalık sofralar değil. Asıl lüks, sessizlikte ve boşlukta saklı. Bir günün içinde kendi kendimize kalabildiğimiz, kimsenin kapımızı çalmadığı, ekranlarımızın suskunlaştığı, zihnimizin ise özgürce dolaştığı dakikalar…
Bu dakikalar, bizi hem kendimize hem de dünyaya yeniden bağlar. Çünkü insanın yaratıcı enerjisi, her zaman sessizlikle beslenir. Ve belki de içinde bulunduğumuz bu gergin, üzücü, kaygılı dönemden çıkışın yolu, kendimize böyle zaman adaları yaratmaktan geçiyor.
Virginia Woolf’un odası, çağımızda hâlâ varlığını sürdürüyor. Ama biz, odanın ötesine geçip zamanı da kendi lehimize çevirmedikçe, o oda eksik kalacak. Bugünün dünyasında ihtiyaç duyduğumuz şey, beklentiden arınmış zamanın içinde yeniden doğmak.
Çünkü beklentisiz bir zaman, aslında kendimize verdiğimiz en büyük armağan. Ve belki de tüm bu savaşların, krizlerin ve global pesimist havanın ortasında dünyayı iyileştirmenin ilk adımı, bu armağanı kendimize sunabilmek.