İnsanlar başuçlarındaki bir kitapta kendi hayatlarının olduğunu farkında değiller VI
***
“Cennet insanların birbirini dinlemesidir.”
Bu cümle Oğuz Atay’a aittir.
Kitapta (“Tutunamayanlar”) bir ‘tür’ olarak (“disconnectus erectus”) detaylı, hazin ve ‘kinayeli’ bir tarif de olduğu halde, eserin yüz binlerce kişi tarafından satın alındığı bir ülkede
-“durup ince şeyleri anlamaya vakti olmadığı için kimselerin!”-
“tutunamamak” bir kelime olarak, yazarın ona yüklediği manâ ile ilgisiz denilebilecek kadar başka bir kapsamda anlaşılıyor, öyle kullanılıyor.
Şimdi galiba televizyonda bir diziye ad bile yapılmış.
Oğuz Atay o romanı yazdığı dönemde ve ondan sonra kısa hayatına devam edebildiği son birkaç yılda, Türkiye’de insanların diline “loser” diye bir kelime henüz girmiş değildi.
Öyle olsaydı, o pespaye kelimeyi diline pelesenk edeceklere, korkunç kertede maddi ve insafsızca duygusuz olarak hayata sadece o ‘başarı’ (para/iktidar/güç) penceresinden baktıkları için, hiddet derecesinde tepki göstereceğinden emin olabilirsiniz.
‘Tutunamayan’, birilerinin sandığı gibi bir ‘kaybeden’ değildir.
Van Gogh bir ‘tutunamayan’dı, tutunacak bir insan bulabilmek için onun ömür boyu nasıl didindiğini biliyoruz. Ama onun bir ‘kaybeden’ olduğu söylenebilir mi?
Peki, Oğuz Atay bir “loser” mudur?
Oğuz Atay’ için, ‘tutunamamak’, tıpkı romanını yazdığı kişiler gibi, mevcut sefil bir hayatta, “tutunacak birini bulamamak”tı.
Tuttuğunun elinde kalmasıydı.
‘Kaybeden olmak’ ile -Oğuz Atay’ın (bütün büyük yazarlar gibi) kendi düşüncelerini romanın kişileri arasında bölerek, onlar üzerinden ‘kendi sebeplerini’ aramanın peşine düştüğü- “etrafındaki hayata tutunamamayı” karıştırıyor birileri.
Sonunda “insanlar ona bunu da yaptıkları için”, bırakıldığı bir köşede (“acıklı sesler çıkararak”) yalnızlıktan ölmemek için, bir “Günlük” tutmaya başlamaktır, tutunamamak.
Tarık Tufan’ın sözleriyle, “Ömrü olsaydı bütün yerleşik iktidar alanlarıyla çarpışarak eserler ortaya koyacaktı”.
Niyeti buydu.
“Ama sadece ‘Tutunamayanlar’ da (‘mış gibi’ yaparak yaşayanların kendi hayatlarından, Türk Tarih Tezlerine, ‘Mavi Anadolu’ya, Cumhuriyet müsamerelerine kadar tüm sahte dünyasını-BK) yerle bir etmeye yetti.”
“Tuhaf şekilde herkes kendisini ‘tutunamayan’ olarak tanımlıyor, ama kimse kendisine başkasının tutunacağı insan olmaya çalışmıyor” diyor Tarık.
Ne kadar haklı.
Ama onun da ‘herkes’ diye grupladıklarının bir bölümü muhtemelen boyunu aşan bir işe kalkışıp ‘dikiş tutturamamayı’, yani hayatta istediği gibi ‘başarılı’ olamamayı, ya da (isteyerek, tembellikten, vasıfsızlıktan, ya da bir sebepten iteklenerek) ‘toplumun kenarında yaşamayı’ bir ‘tutunamayan olmak’ sanıyor.
Oğuz Atay’ın, eleştirileriyle, alay ederek, lime lime ettiği o “küçük burjuva dünyasında” debelenenler, aslında onlara yastığı başını huzurla koyabilmek imkânı bırakmayan, tam da kendilerini anlatan o yazılanların hiçbirini üzerine bile alınmıyor.
Daha da açığı, Oğuz Atay, “Sen, yarım yamalak!” diye seslendiğinde, kimse dönüp bakmadı, oralı olmadı.
Roman ilk yayımlandığı yıllarda Oğuz Atay’a (Tanpınar gibi) ‘sessizlik suikasti’ yapıldığı çok söylendi.
Çünkü (vatan kurtarılan dumanlı içki masalarında herkes biraz esnafça geçinip giderken) ‘ortaya’ birdenbire bir “Türk Aydını Parodisi” düşmüştü.
O yıllarda en azından dürüst ve top çevirmiyor denilebilecek tek yazıyı 1973 yılında Varlık Yıllığı için Rauf Mutluay yazmıştı.
Şöyle diyordu Mutluay, “Tutunamayanlar; okumadan geçilebilecek bir kitap değil, eğer okunmasına yeterince sabırlı olursanız kutlanmaya değer bir başarı.”
(“Kutlanma” kelimesinin altını çok şey anlattığını düşündüğüm için ben çizdim.)
Ve işte, o yazıdaki, hiç kimsenin Oğuz Atay’ın eleştirilerini üzerine almaması tuhaflığı için kilit cümle:
“Herkesin kendi gücünce yaklaşabileceği bir kişilik sınavı.”
Oğuz Atay’ın okuruna sorusuyla, “Sen bu anlattıklarıma dayanabilecek misin?”
“Tutunamayanlar” okumak, evet, bir cesaret, bir ‘kişilik sınavı’dır.
Onun hayata bakışının –bir Topografya kavramıyla söyleyelim- ‘röper noktası’, ‘iç hesaplaşma’ydı çünkü.
Ona girişebilmekti.
Belki de tam da bu yüzden, durmadan satın alınan, ama sanıyorum en çok yarıda bırakılan kitap o roman.
Oğuz Atay’ın aksine, ‘kendini sorgulamama’ üzerine kurulu hayatlarda o romanın ‘mış gibi yapmak’ dışında hiçbir karşılığı olamaz.
Çehov’un, kaybettiği oğlunun kederi içindeki zavallı bir kızak (tayga) sürücüsünün, karlı bir gecede bir yerlere götürdüğü işleri tıkırında sarhoş bürokratlara bir türlü dinletemediği birkaç acı kelimelik iç dökmesini, sonunda atına anlatmasıyla biten hikâyesinin başında, “To whom shall I tell my sorrow” diye bir epigram vardır.
Üniversitede bir kız arkadaşım -sadece bir arkadaş- benim kitabımda o cümlenin altına “Tell me” yazmıştı kurşun kalemiyle.
Öldüğünde kırk yaşını görememişti.
Galiba bunu konuşuyoruz.