Fethullah Gülen’in önderliği etrafında toplanan ve uzun süredir artık sadece ‘FETÖ’ diye jenerik bir isimle andığımız örgütün en güçlü olduğu dönemlerin bana göre en çarpıcı dosyalarından biri Selam-Tevhid soruşturmasıydı.
Ortada “suç” denebilecek hiçbir şey olmadığı halde savcılığın ve polisin inanılmaz miktarda maddi-manevi kaynağı bu soruşturmaya yöneltilmiş, bu saçma sapan paranoya soruşturmasında binden fazla insanın telefonu dinlenmiş, yüzlercesi polislerin fiziki takibine maruz kalmıştı.
Ama bu soruşturmayı esas olay yapan şey, soruşturmacı polislerin ve savcıların mantık yürütme biçimiydi. Kısaca anlatmaya çalışayım:
Selam-Tevhid, İran yanlısı görüşleriyle bilinen ve bir derginin etrafında oluşmuş bir küçük cemaat veya örgüt. Bu grubun önde gelen ismi cezaevinden tahliye olur olmaz polis tarafından fiziki takip başlar . O kişi İstanbul Fındıkzade’de bir pastanede birileriyle buluşur, hop onlar da takibe alınır. O kişiler başkalarıyla görüşür. Hop anlar da takipte. Böyle böyle çember ve soruşturma kapsamındaki insan sayısı genişler.
Ortada bir suç veya suç kanıtı yoktur, ama bu polisin “ilişkiler zinciri” dediği saçmalık sonunda kime kadar ulaşır? Dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’a.
Ve tabii ondan da doğal olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’a.
Polisin Selam-Tevhid soruşturmasında yaptığı şeyin bir matematik teorisi var. Adına şaka yollu “Ayrılığın altı derecesi” deniyor ama teori ayrılığı değil modern hayatta dünyanın her yerinde hepimizin birbirimizle ne kadar bağlantılı olduğunu anlatıyor aslında.
Teoriye göre dünyanın herhangi bir yerindeki bir kişi ile sizi birbirine bağlamak için en fazla 6 bağlantı noktasına ihtiyaç var.
Kendimle Başkan Donald Trump’ı ben tek bir bağlantı noktasıyla bağlayabiliyorum örneğin. Ben Mehmet Ali Yalçındağ’ı tanıyorum, o da Donald Trump’ı.
Bu teori yine şaka yollu Amerikalı sinema oyuncusu Kevin Bacon’ın adıyla anılır. Dünyadaki herkes en fazla 6 bağlantıyla Kevin Bacon’la ilişkilendirilebilir. Yine kendimden örnek vereyim. Ben yönetmen Sinan Çetin’i tanıyorum; o Amerikalı oyuncu Chevy Chase’i ve Chase de Kevin Bacon’ı. Gördünüz mü, iki adımda bağlandım.
Hadi bunlar meşhur kişilerdi. Ama Afrika’daki bir yerliyle bile bağlanmam en fazla 6 adım sürecek matematiğe göre.
Selam-Tevhid de böyle işte. Hapisten çıkan bir dergi yayıncısını Türkiye’nin Başbakanına ve MİT Başkanına bağlamak aslında iş bile değil. Mesele onları birbiriyle ilişkilendirmek değil, mesele onların aynı suçu işlerken ortak davranıp davranmadıklarını bulmak. Oysa polis ve savcılık bu suç konusuyla neredeyse hiç ilgilenmiş, kapsama aldığı bütün kişileri prensip olarak suçlu kabul etmiş.
Bence hukuk fakültelerinde ders konusu olacak bir şey. İdeolojilerimiz, ön yargılarımız veya gizli ajandalarımızın bizi kanunda yazan suçlar ortada olmasa bile nasıl suç ve suçlu görmeye yönlendiriyor, ilginç bir akademik konu.
Ama tabii bu mesele, Türk Ceza Kanunu, polis ve savcı söz konusu olduğunda bir ilginç akademik mevzu olmaktan hemen çıkıp pek çok birey için çok ciddi bir endişenin konusuna dönüşüyor.
Şimdilerde devam eden bir suç soruşturması, çok fazla detay bilmiyor olmamıza rağmen bana Selam-Tevhid soruşturmasını hatırlattı.
Biliyorsunuz, İstanbul’da önce Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı başlattı, şimdi durumun ciddiyetine binaen soruşturmayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı devraldı, Can Holding isimli holding soruşturuluyor.
Soruşturmadan dışarı sızan bazı MASAK raporu rakamları, bunun Cumhuriyet tarihinin en büyük kara para soruşturması olduğunu bize söylüyor. MASAK raporlarından anladığımız bu holding 2019 yılından bu yana kaynağı bilinmeyen on milyarlarca doları sisteme sokmak ve aklamakla suçlanıyor. İddiaya göre bu paranın kaynağı da yurt içine ve dışına yönelik sigara kaçakçılığı.
Can Holding’in kendisine yönelik soruşturma zaten yeterince büyük. Bu yüzden holdingin 121 şirketine birden el kondu, hepsi kayyum yönetimine geçti.
Ama orada da kalmadı. Bir gün ansızın soruşturmaya Turgay Ciner’e ait Park Holding şirketleri de dahil oldu. Şu ana kadar bildiğimiz, Can Holding’in Park Holding’den Ciner Medya Grubu varlıklarını 350 milyon dolarını peşin ödeyerek 575 milyon dolara satın aldığı. Yine görebildiğimiz, Ciner Grubu’nun bu paraya şirketini satarak kara paranın aklanmasına yardımcı olmakla suçlandığı.
Bu suçlama tuhaf; çünkü Türk hukuku satıcıya alıcının parasının kaynağını araştırma yükümlülüğü vermiyor. Ama savcılık Ciner Grubuna yöneldi, bu grubun da çok sayıda şirketine el kondu, kayyum yönetimine devredildi.
Derken soruşturma orada da durmadı; Ciner Grubunun soda madenciliği ve soda üretimi konusunda İngiltere ve Amerika’da kurulu şirketlerde ortağı olan Şişe Cam’ın yönetimine sıçradı.
Ne ilgisi var diyeceksiniz. Şu ana kadar elde olan bilgiler, sadece az önce sözünü ettiğim “ayrılığın altı derecesi”nden başka bir ilişki bize göstermiyor. Biri “suçlu” öbürü o “suçlu”yla ticaret yapmış, beriki o ticaret yapanın tamamen başka bir şirketteki ortağı.
En başta o “suç”un kanıtlanması lazım. Sonra da bütün bu irtibatların da “suç” olduğu kanıtlanabilmeli.
Bütün bunlar yıllar sürecek yargı işlemleri. Ama bu arada onlarca şirket çoktan sermayedarlarının kontrolundan çıkmış, kayyum yönetimine geçmiş durumda.
Buradaki tuhaflığa benden başka şaşıran yok mu acaba?