FATİH VURAL
Teoman, ‘Sayın Bay Rock Yıldızı’ romanının kahramanı Timur’un, en çok da kendi yolculuğunu bu kez şarkılarına yansıtıp ‘Kırılganlar Kralı’ albümünü piyasaya sürdü. Dokuz şarkılık bu albümle Teoman, hit şarkılardan uzak, ‘önce kendisi için müzik yapma’ serüvenini sürdürüyor.
Albümün tanıtımında, önceki albümlerde de geçen ‘veda albümü’ ibaresi kullanılsa da Teoman’ı ve onun müziğini biraz tanıyanların buna inanması zor! ‘Şimdilik!’ diyelim…
Bu vedaları, bir ‘tutarsızlık’ çizgisinden çıkarıp Teoman’ın hayat hikâyesindeki kırılmalar üzerinden okuyunca resim de netleşiyor. Biz de bu söyleşide işte o hikâyenin bilinmeyen, karanlık sokaklarına odaklandık. Uzun bir söyleşinin belki de en sarsıcı cümlesiyle kapatalım: “Sonradan frene basmasaydım, şimdi hayatta değildim!”.
Şu anki Teoman’ı, geçmişteki Teoman kadar sevmiyorum
2000’de verdiğin bir söyleşide şöyle demiştiniz: “Popüler oldukça bir ‘balon’ haline gelme tehlikesi var! Benim en büyük endişem, balonu dolduramamak! Yurt dışında örnekleri var. Adam, 15 milyon satan albüm yaptıktan sonra ‘Dur bakayım, bu sefer zor bir albüm yapayım. 15 bin kişi alsın’ diyor. Bunlar çok ciddi kararlar. Ben de şimdi ince ayarlara başlıyorum artık.” Kariyerinin başında bu kadar uzağa bakabilmek cesaret ister. Galiba şu anda o yerdesiniz?
Evet, o tip adamlara özenirdim ben. Şu anki üretimlerimi de o bakış açısıyla yapıyorum zaten. 10 senedir hit parça yapmadım, yapmaya da çalışmadım! Ki çok kolay yapabilecekken! Başka bir şeyi anlatayım… 2009’dan, ‘İnsanlık Halleri’ albümünden sonra hit parçalar yaptım. ‘Tek Başına Dans’ albümünü yaptım, ‘Eski Bir Rüya Uğruna’yı son albümüm olarak düşünsem de 2023’te ‘Ben, Zargana, Deus Ex Machina’ albümünü yaptıktan sonra büyük bir rahatlama geldi bana. Meğerse 15 yıl boyunca artistik bir depresyon yaşıyormuşum ben! ‘Sersesi’, ‘N’apim Tabiatım Böyle’, ‘Tek Başına Dans’, ‘Bana Öyle Bakma’ gibi hit şarkılarıma rağmen bir türlü tatmin olmuyordum artık.
‘Ben, Zargana, Deus Ex Machina’ albümü bittikten sonra o depresyon hitama erdi mi ya da dönüştü mü?
Artistik ve kişisel kompleksimden kurtuldum! Rahatladım. Bu, benim kendimle kavgam! O albüm bittikten sonra, Mirage’ı beraber kurduğumuz Tanju Eren ve Ömer Ahunbay gibi eski kafa, çok sevdiğim arkadaşlarımdan yıllar sonra gelen güzel tepkiler, bana, “Demek ki bunlar sadece benim hislerim değil!” diye düşündürttü. 15 yıllık depresyonumdan kurtuldum o albümle. Depresyonumun başka tarafları da var, benim. Sadece artistik değil! Ama o andan sonra, “Artık hayatın keyfini çıkarabilirim” dedim.
O albüm için ‘final albümü’ demiştiniz. Yeni çıkan ‘Kırılganlar Kralı’ albümü için de “Bu son!” diyorsunuz. Aslında 2006’dan beri devam edegelen bir söylem bu: “Müziği bırakıyorum.” Başta tutarsızlık gibi gözüküyor ama otobiyografiniz Fasa Fiso’yu okuyunca, müzikten uzaklaşma fikrinin hep hayatınızdaki kırılma dönemlerinin sonunda belirdiğini anlıyorum…
‘Ben, Zargana, Deus Ex Machina’dan sonra ‘Koyu Antoloji’ diye bir yan alan açmıştım müzikte ama sadece oradan gidemiyordum. Pandemi sonrası çok güzel bir hava içine girdim. Kendimi yeniden yarattım! Sağlıklı yaşamaya, hayata karşı hemen pes etmemeye karar verdim. Çok da çalıştım son beş senedir. Çok albüm yaptım, çok konser verdim, işime daha fazla özen gösterdim. “Artık hayattan hiçbir şey istemiyorum” dediğim bir dönemde, “Teoman, çok küçük yaşlarından beri buralara gelmeye çok özendi. Tırnaklarıyla kazıyarak bugünlere geldi. Bu işe çok emek verdi. Çok çile ve acı çekti. Ona haksızlık yapmayayım. Oturup çalışayım” diye düşündüm. Şu anki Teoman’ı, geçmişteki Teoman kadar sevmiyorum ben! O herifi daha çok beğeniyorum. Kolay olmadı. Çok dağılmıştım. Artık 50 küsur yaşındaydım. Enerjim yoktu. İnancım yoktu. İttire kaktıra, kendimde beğenmediğim bir sürü yönümü değiştirdim. Hayat tarzımı değiştirdim. Kendime karşı daha şefkatli olunca bu, ilişkilerime de yansıdı. Daha rasyonel kararlar verdim. Sonunda ‘Zargana’ albümü çıktı.
Babalık da o ‘hayatta kalma’ ve ‘güçlü olma’ duygusunu tetikledi mi?
Evet, tetikliyor. Sorumlu olduğum biri vardı. Benim çocukluğumda hissettiğim o güvensizlik hissi, kızımda olmasın istedim. Daha dikkatli olmaya karar verdim. Benim içimde kendini harap etmeye, ‘özyıkım’a dair bir eğilim var. Kendime çok sert davranıyorum. Anlık duygulardan, rasyonel ve geniş bakabilmeye geçiş kolay olmadı. 15 senelik bir kendini kaybetme sürecinden sonra kendimi yeniden var etme sürecine girdim ben.
Henüz iki yaşındayken, 33 yaşındaki babasını, çocukluğunun başında, çok sevdiği 33 yaşındaki Mustafa amcasını ve 47 yaşındaki Yusuf amcasını kaybedince “Allah’ın beni sevmediğinden eminim. Neden hep ben?” diye soran; Murathan Mungan’ın “Daha kimse ölmemişken / Eskidendi, çok eskiden” dizelerinin dışında kalan çocuk Teoman…
Bütün o kayıplar nedeniyle ölüm duygusu beni çok derinden etkilediğinden, ben hayatta hiçbir zaman huzuru bulamadım. Hayattan keyif aldım ama huzuru yakalayamadım!
Hayata, daha baştan, ‘büyük bir haksızlığa uğramışlık’ duygusuyla başlıyorsun. Ölümün doğal bir şey olduğunu kabul edemiyorsun: “Neden ben? Neden benim babam ölüyor? Neden bizim paramız yok? Neden annem sürekli ağır bir depresyonda? Neden bu evde bir neşe yok? Neden cıvıl cıvıl değiliz? Neden hayatım bu kadar kasvetli?” Bu duyguları dile getirmiyorsun belki ama yaşıyorsun içinde. Bütün bu kişisel dram, “Ben, hayatta kalacağım! Tek başıma ayakta durmak, güçlü olmak zorundayım!” düşüncesini doğuruyor. Ama çok güçsüzsün! Bu ikisinin arasında kalmak, insanı çok korkutan, yaralayan, onun kafasını karıştıran, ona ağır melankoli getiren bir durum! Kendini ne kadar güçlü yapmaya çalışırsan çalış, bir yerin hep çok kırılgan kalıyor!
O melankoli, karanlık, depresyon, evin bizzat içinde anne tarafından taşınıyor… ‘Sayın Bay Rock Yıldızı’ kitabınızdaki “Annem hayatını iki şeye adadı: Konken ve depresyon” cümlesi, beni çok çarpmıştı mesela! O güçsüzlüğün, depresyonun ve karanlığın size de sirayet etmesi, annenize karşı bir öfke yarattı mı?
Üzülüyorsunuz. Çünkü hayatı konusunda hiç doğru kararlar vermemiş, zayıf bir karakter olarak görüyorsunuz annenizi. Ona benzemek istemiyorsunuz. Babasız, tek başınıza, anneyle büyüdüğünüzde güvenecek hiçbir şeyinizin olmadığını düşünüyorsunuz. Annem eğer ki babamın ölümünü normal karşılayıp, “Hayat böyle bir şey” diye yola devam etseydi, beni de öyle yetiştirseydi o iç kırıklıkları olmazdı bende. Ama öyle biri değildi. Kızardım anneme! Hatta sinirsel bir ses kısıklığı vardı. Söyledikleri anlaşılmazdı. O da bana acı verirdi. Bende zaten hüzün ve kızgınlık karmakarışık bir halde. Annemin o yaşam tarzı, beni, ‘kızgın genç adam’ yaptı. Ondan sonra da sakinliğin ortasında aniden öfkelenebilen bir adama dönüştüm.
Bu öfkelilik halinin, özellikle de ağır depresyon dönemlerinde ekibinizi, arkadaşlarınızı kırıp dökmeye kadar gittiğini öğreniyoruz hayatınızı okuyunca. Ancak sonrasında pişman olup, onları arayarak ya da mektup yazarak özür diliyorsunuz, nedamet getiriyorsunuz.
Bende çok vardır, o. Çok çabuk kırarım, sonra da “Ne yaptım ben?” derim. Hemen sonra da özür dilerim.
İşin belki de en dikkat çeken tarafı; anne, kendi içindeki o karanlığı aşamasa da, evladının ne kadar güçlü ve başarılı olduğunun farkında. Onda bir ümit görüyor. Siz de bu ümitten beslenerek daha çocukluğunuzda hırs yapıyorsunuz. Hayatında ilk kez, üç dersten 10 üzerinden 6 puanla geçtiği için annesine o karneyi verirken hüngür hüngür ağlayan bir çocuk var orada. Geldiğimiz noktada ise oğlunun aldığı ödülleri bizzat evinde saklayan, gurur dolu bir anne var.
O gururlu halinin komik olduğunu söylüyorum ona. “Anne, ben çocuk işi yapıyorum. Öyle önemli biri değilim!” diyorum. Bana, “Hayır, hayır! Kesinlikle öyle değil! Benim bütün arkadaşlarım sana bayılıyor” diyor.
40’lı yaşların, insanın hayatında bir kırılma yarattığı gerçek… Siz de tam 42 yaşında, bugüne kadar uzatabileceğimiz, ‘şarkılarını artık önce kendisi için yapan Teoman’a evriliyorsunuz, 2009’daki ‘İnsanlık Halleri’ albümüyle…
Benim hayattan ve müzikten çok soğuduğum dönemler onlar. İnsanlar hâlâ 2011’de müziğimi bıraktığımı açıkladığım ‘veda mektubu’na gönderme yapsa da, ben büyük hayal kırıklığını daha star olduğumda yaşadım! Herkesin, her taraftan saldırdığı bir zaman dilimine denk geldi, o. Yakınlarım dahil buna! Bir yandan paparazziler sizi sıkıştırıyor, bir yandan arkadaşlarınız sizden uzaklaşıyor, herkes negatif duygularla size yaklaşıyor… Star olmuşsunuz. Daha geniş kitlelere müzik yapıyorsunuz ama eskisinden çok daha mutsuzsunuz! Benim alkolle ilişkim de yoğun olduğundan o yaşam tarzı, depresyonumu artırıyordu. Yalnızsınız. Kendinizde değilsiniz. Doğru kararlar alamıyorsunuz. Ve gittikçe yıpratıcı oluyor hayat.
40’ınıza geldiğinizde, sizi yıpratan o hayatla başa çıkamamış, bu yüzden alkole sığınmış bir herif oluyorsunuz! Bu da sizi daha depresif yapıyor. Bakış açınız da bulanıklaşıyor. Dünyayı daha karanlık görüyorsunuz. Tatmin olma duygunuzu kaybediyorsunuz. Hep daha fazlasını istiyorsunuz. Kendinizi yıpratıp, gittikçe dibe batıyorsunuz. Ben sonradan frene basmasaydım, hayatta değildim şu anda!
Müziği bırakarak, bu tükenişten kurtulacağınızı mı düşündünüz?
Evet! “Benim derdim müzik değil!” dedim. Benim asıl derdim müzikmiş gibi bir yanılsama yaratıyorum. Hayır, o değil! Benim derdim müzikle değil, hayatla! Hit şarkı yapmayı biliyorum, sahneyi çıkmayı biliyorum, insanları etkilemeyi biliyorum, para kazanmayı biliyorum, başarılı olmayı biliyorum. Ama bunların hiçbiri, benim içimdeki o kırık yeri iyileştirmiyor. Demek ki müzikle ilgili değil! “Benim, sakinleşmesi gereken, bir süre bir şey yapmayıp kendini toparlayan bir herife dönüşmem gerek” diye düşünüp müzikle ilişkimi kesiyorum. “Kafamı kurcalayan her şeyi bir kenara koyup, dünyayı daha net görebilirim belki” diyorum.
Yani bir iyileşme arzusu…
Aynen! Sonradan, bir çocuk yapma hayaliyle, “Artık para kazanmam lazım, bir işim olmalı” diye müziğe döndüğümde çok büyük psikolojik zorluklar çektim. Ekonomi peşindeydim ve çok güçsüzdüm.
Tam o sırada, teyzenizin ve yakın arkadaşınızın ölümü, o iyileşme sürecini tıkıyor…
Ölüm geldiğinde her şey susuyor! 44 yaşına gelmişsiniz. Hayattan hiçbir zevk almıyorsunuz. Sevdiklerinizi kaybetmeye devam ediyorsunuz. Sizi yukarıya çekebilecek hiçbir şey yok! Bir aile kurmamışsınız, bir çocuğunuz yok, bir ilişkiniz bile yok! Yapayalnız, kendini mahvetmeye çalışan bir herifsiniz. Mesleğe olan tutkunuz bitmiş! Yorgunsunuz. Güçlü olmaya çabaladıkça daha da güçsüzleşip kayboluyorsunuz.
İlişkilerinizdeki obsesyonlar da bundan ötürü müydü? Örneğin eski eşinizle, evleninceye kadar devam eden bir küs bir barışık ilişkiniz… O obsesif ilişki, bir kurtuluş ihtimali miydi?
Evet, aynen öyle! Mutsuz olduğunuz hayat için “Rock’n roll zaten böyle bir şey!” diyorsunuz ama kendinizi ikna edemiyorsunuz! Rock’n roll, illa ki kendini mahvetmeye çalışmak üzerine olmamalı! O ‘dekadans’ halleri, hiç iyi gelen şeyler değildir! Bu bir lanettir! O kadar çok şey sunulur ki size, artık küçük şeylerden zevk almayıp daha fazlasını isteyen, kendini kaybetmiş birine dönersiniz. Özellikle de 40’lara yaklaşırken! 38’imde tamamen dağıldım ben! Kendime gelişim, son beş senededir. O aradaki on beş senede, kendini tamamen kaybetmiş bir adam olarak yaşadım ben bu hayatta!
29 yaşınıza kadar mücadele ettiğiniz bir ‘yoksulluk’ hali de var. 23 yaşında, sevdiği kızın peşinden gittiği Londra’da haftanın altı günü restoranda bulaşık yıkayan, ABD’de yemek dağıtan, Boğaziçi Üniversitesi’nin ‘zenginler kantini’ndeki boş şişeleri satıp depozitolarını almak için toplayan, üniversite harçlığını çıkarabilmek için zenginlerin çocuklarına üniversite hazırlık dersleri veren, Bodrum’da şarkı söylerken kumsalda uyuyan Teoman, bütün zorluklara rağmen, 13 yaşında odasına Elvis Presley posteri astığında kurduğu “Ben de rock’n roll’un kralı olacağım” hayalinden asla vazgeçmiyor. Hayali için yırtınıyor ve sonunda yırtıyor…
Öyle bir hayalden sonra kendimi başka, normal bir mesleğe adapte etmem çok zor olacaktı. Müzik ve rock’n roll o kadar içime işlemişti ki! Kendimi tamamen ‘rock’n roll’un kralı olma’ hayaline ittirdim. Ondan sonra bana her ihtimal çok kötü gelmeye başladı! Zengin birisi olmak istemiyordum. Toplumda saygı duyulan, statü sahibi birisi olmak istemiyordum. Ben, rock yıldızı olmak istiyordum!
Boğaziçi’nde okurken, zeki ve tuttuğunu koparan birisi olduğum hep söylenirdi bana. Ama en zorlu yolu seçtim! 29 yaşıma kadar bayağı süründüm! İlk albümümü çıkardığımda zaten baştan yorgundum ben! Dünyada rock yıldızları, 19-20 yaşlarına geldiklerinde patlar. Ben 10 sene daha fazla bunun çilesini çekmiş, meşhur olduğunda fazlasıyla yorulmuş bir adamdım.
Türkiye’deki nitelikli müzisyenlerin kaderi biraz da bu değil mi? 1984’te ilk albümleri ‘Ele Güne Karşı’yı çıkardıklarında, MFÖ grubunun bütün üyeleri 30’unu geçmişti. Bülent Ortaçgil, ‘Benimle Oynar Mısın’ albümünü çıkardığında 30’una yaklaşıyordu. İlhan Şeşen, Grup Gündoğarken’in ilk albümü ‘Bir Yaz Daha Bitiyor’ piyasaya çıktığında 38’indeydi.
Aynen! Müzikte Batılı formları hedeflediğiniz için işiniz de coğrafi olarak zorlaşıyor. Bu yüzden en az 10 sene kaybediyorsunuz!
İngiltere’de şan ve şarkı yazımı dersleri aldınız. ABD’de Ahmet Ertegün’le bağlantı kurdunuz. Arkadaşlarınızla müzik yaptınız. Yabancı diliniz de vardı. Neden Batı’da kariyer yapmayı düşünmediniz?
Türkçeyi seviyordum! Şarkı sözlerimle insanları vurmak istiyordum! Sadece müzik önemli değildi benim için. Rock yıldızı olmak istiyordum ama Falım çikletlerinin kağıtlarındaki gibi şarkı sözleri yazan bir adam olmak istemiyordum! Bob Dylan’lara, Tom Waits’lere hayran olduğum için işim daha da zorlaştı! Şarkı sözü yazarlığında kendimi çok geliştirmeye uğraştım. Arkadaşlarıma hep “Bob Dylan, benim 10 seneme mâl oldu!” diyorum (Gülüyor). O sözel kaliteyi hedeflemeseydim, 20-21 yaşımda popüler müziğin herhangi bir alanında meşhur olurdum! İstediğim kariyeri yapabilmek için 10 sene kaybettim.
Daha en başta çıtayı o kadar yükseğe koymuşsunuz ki Rıza Erekli’nin verdiği ve sizi meşhur edecek ‘Papatya’yı “Bu, çocuk şarkısı!” diye istemiyorsunuz…
29 yaşında biri olarak bana çocuksu geliyordu ‘Papatya’ gibi şarkılar. Halbuki ben, ‘Sessiz Eller’ ve ‘Mutlu Son’ gibi şarkıları yazan adam olmak istiyordum. Bir parantez açayım burada… ‘Çocuk şarkısı’ diye dudak büktüğüm o ‘Papatya’, hayatımı kurtardı! Rıza Erekli, prodüktörümdü. ‘Papatya’ olmasaydı, benim ilk albümüm yerlerde sürünürdü satış olarak! Rıza Erekli sayesinde ‘Papatya Teoman’ oldum ve geniş kitlelere ulaştım. Rock yıldızı olmamda Erekli çok önemli rol oynadı.
Onun, “Müzik o kadar da ciddiye alınacak bir şey değil, Teoman!” sözlerine o zaman bayağı içerlemişsiniz. Ya şimdi?
Rıza Erekli’nin hayatımdaki rolü, prodüktörlüğünden çok daha fazlasıdır! Başka bir bakış açısı kazandırdı bana. Rıza Erekli sürekli parmağını sallayarak “Hit, hit, hit” derdi bana. Onu dinlemekle iyi de ettim.
2000’de çıkardığınız ‘Onyedi’ albümü tam de Erekli felsefesini yansıtıyor gibi gelir bana. Hit şarkılarla dolu!
Benim esas patlamam da ‘Onyedi’ albümüyle oldu aslında. Ona gelene kadar bir yükseliş göstermiştim ama ‘Onyedi’ ile bütün Türkiye’ye yayıldım. Evet hit şarkılar yaptım ama yaşımın çok ötesinde yazdığım şarkılarım da hep oldu, birinci albümümdeki ‘Sessiz Eller’ ve ‘Mutlu Son’ gibi. Fakat beni ‘genç kızların sevgilisi’ yapan, ‘Papatya’ ve ‘O’ gibi, daha duygusal şarkılar oldu. Bunu şakasına söylüyorum tabii bu yaşımdan o yaşlarıma baktığımda! 30’undasın. Artık o kadar da genç değilsin ama dinleyicilerinin yaş ortalaması ilkokul öğrencilerine kadar düşüyor! Biraz kafa karıştırıcıydı ama hoşuma da gidiyordu bu durum.
2016’da kurduğunuz çok iddialı bir cümle var: “Bir daha Paramparça kadar iyi bir şarkı yapabileceğimi sanmıyorum!”. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
Onun gibi çıkışıyla birlikte ortalığı dağıtan, geniş kitlelere ulaşan bir şarkım hâlâ olmadı ama en az onun kadar iyi, artistik çok şarkı yaptım. Sadece iki dizeyle herkesi kalbinden vuran şarkım hâlâ ‘Paramparça’! “Bir bar taburesi üstünde / Babamın öldüğü yaştayım” dediğiniz anda o kadar çok kişiyi etkiliyorsunuz ki! Başka bir kültürden geldiğini varsaydığımız Müslüm Gürses bile etkileniyor bundan ve o söylüyor şarkıyı. Kırk yılda bir taksiye bindiğimde bana ilk söyledikleri, “Abi, Müslüm’ün söylediği o şarkın çok iyi ya!” oluyor. Üzerinden 25 sene geçtiği halde!
Müslüm Baba’yı, kendi çektiğiniz ‘Balans ve Manevra’ filminde oynamaya da ikna ettiniz…
Ben, tanışmadan önce de çok severdim Müslüm Gürses’i. “Rock yapıyorum” diyerek, başka müzik türlerini aşağılayan bir adam olmadım hiçbir zaman! Onun ne kadar büyük bir müzisyen olduğunu 90’lı yıllarda keşfetmiştim. “İnanılmaz bir adam bu! Led Zeppelin gibi oğlum!” diye bütün rockçı arkadaşlarıma da söylerdim.
Arabeskçi kimliğiyle sevdiğiniz o adamın, Murathan Mungan eliyle dönüştürülmesini nasıl okudunuz?
Murathan Mungan öyle birisi ki hayatında hiçbir ucuz iş yapmadı! Hep doğru, özenli işler yaptı. İyi ki de Müslüm’le öyle bir proje yaptı. Dönüştürmedi aslında, onu başka bir katmana taşıdı. Ortak bir tanıdığımız Mungan için, “Hayatını bir şiir gibi yaşadı” demişti. Bir sanatçı için bu cümlenin kurulması ne kadar güzel.
Sizinki de hiç fena durmuyor…
Kendi hayatımı biraz daha sallapati ve kaba buluyorum, Murathan Mungan gibi bir sanatçıyla karşılaştırdığımda (Gülüyor).
‘Paramparça’ya dönersek… Geldiğimiz yer itibarıyla, sonrasında onun ötesine geçen şarkılar yaptığınızı düşünüyorum ben. ‘Ben, Zargana, Deus Ex Machina’ ile ‘Hızlı ve Acısız’ı hemen söyleyebilirim mesela…
Hem artistik tabanı olacak hem de geniş kitlelere ulaşacak! Bu ikisini birden yapabilmek zor. ‘Paramparça’ işte onu yaptı! Yoksa benim ‘Paramparça’dan çok daha fazla beğendiğim şarkılarım var, bahsettiğin ‘Ben, Zargana, Deus Ex Machina’ gibi. O, şarkı sözü yazarlığımdaki en üst seviyedir. O albümün bütününe ‘roman albüm’ diyorum zaten. Son albümümdeki ‘Çiçek Tarhları’ da edebiyata en fazla yaklaştığım yerdedir. ‘Şiir’ demiyorum, ‘öykü’ diyorum ona.
‘Çiçek Tarhları’, ‘Sayın Bay Rock Yıldızı’ kitabınıza da göndermede bulunan bir şarkı. Kitapta başlı başına bir bölüm o. Orada, hiçbir şey yapmadan sadece etrafını izlemek, temaşa etmek isteyen bir ‘Timur’ ya da ‘Teoman’ var. Bunu gerçek hayatta da yapıyorsunuz. Özellikle de depresyonun en ağır zamanlarında. Atina’ya yerleşme kararı alıyorsunuz ve oranın en işlek caddesinde sadece gelen geçeni izliyorsunuz, bir kafede oturup. İçinizdeki o izleme, temaşa duygusu nasıl çıktı?
Aslında bu, gün içerisinde sürekli yaptığım bir şeye dönüştü. Gece 10’da yatıp sabah 6-7 gibi kalkıp, spora başlayan; saat 8’de de kahve içip ağaçları seyreden bir Teoman var. Artık insanları seyretmeyi çok sevmiyorum açıkçası. Bir boşluk, boşunalık duygusu yaratıyor bende. Ağaçlara bakmak, o gün için, dünyayı daha net görmemi sağlıyor.
Ağaçları temaşa, bir tefekküre de dönüşüyor mu?
Yani umuyorum! O bir sakinleştirici görevi görüyor. Ben her sabah bir iç sıkıntısıyla uyanırım genelde. Belki de böyle doğdum! Ya da sonradan içime tamamen bu yerleşti. Uykularım kötüdür. Ağır uyku ilaçlarıyla uyurum. Çok uzun yıllardır böyle. Derin bir iç sıkıntısı, bir manasızlık hissi, kendinden sıkılmışlıkla uyanırım. O herifi tedavi etmem gerekiyor sabahın köründe. Yıllar boyu böyle bir şey yapmadığım için kendimi çok yordum, gece hayatıyla, alkolle. Hayatımın bu döneminde kendini fazla yormayıp, daha şefkatli davranmayı planlıyorum. Beş senedir de bunu beceriyorum.
Doğadaki düzenin hatta basitliğin, antidepresan etkisi… Yeni müzikli stand-up şovunuz ‘Varoluşçuluk 101’in tanıtımında da geçen “Hayat bir zırvadır. Hayatla kavga edilmez. O seni yener. Zırvaya yenilmeyin!” cümlelerinizin izdüşümü gibi… Doğadaki basitlik, hayatın zırvalığını fark edip ötesine geçtikten sonra mı kendini gösteriyor?
İnsanların binlerce yıldır yaşadığı şeyi, yaşım gereği ben de yaşıyorum. Mecburen manevi bir alana sığınmak zorundasınız. Maddiyatla bu işin çözülemediğini anladığınız bir yaş geliyor. Gündelik hayatta ticari başarım vardır benim, ama kendimi ona kilitlemiyorum. Manevi şeylerden huzur bulmaya çalışıyorum. Ağaçlara bakarken bulduğum huzur, eskiden hissedebildiğim şeyler değildi. İnsan yaşlanırken çok şey kaybediyor ama bir sürü de şey kazanıyor. Hayatın geçiciliğini ve önemsizliğini, duruluğunu hatırlatıyor bana ağaçları izlemek. Müzik istemiyorum, sohbet etmek, insanları görmek istemiyorum. Dünyayı olduğu gibi görmek istiyorum. Bu nedenle her sabah beynimi formatlıyorum. Yoksa yanlış yerlere gitmeye çok meyilli bir beynim var. Onu sakinleştiriyorum.
58 yaşındaki Teoman, ‘Fasa Fiso’nun başlangıcında yer verdiği, “Dünyaya kazık çakmak gibi niyetlerim var. Daha sonra beni çok kişi hatırlasın istiyorum” diyen o çocuk Teoman’a ne demek isterdi?
Artık büyük bir sanatçı olarak hatırlanmak falan değil benim derdim! Sıcak, şefkatli birisi olarak beni düşünsünler istiyorum. Kızgınlığın, çok çalışmanın ya da başarının verdiği kibri istemiyorum içimde. Yolun başında, “Hayatın onca acısını çektim, önemli biri olmalıyım. Beni hatırlasınlar!” diye daha ikonik bir figür olmayı düşünüyordum. Şimdi ise Özkan Uğur’u nasıl hatırlıyorsak, beni de öyle hatırlasınlar isterim.
Bu yıl içinde iki önemli dostunuzu kaybettiniz. Sırrı Süreyya Önder ve Peyk grubunun solisti İrfan Alış. Sırrı abi, 2008’deki bir röportajımızda, karşı komşusu olduğunuzu söylemiş, arkadaşlığınızdan büyük keyif aldığını belirtmişti.
Bana çok iyi davranırdı Sırrı abi. Benimle dalga da geçerdi, çok hoşuma giderdi o dalgaları. Çok özel biriydi. İrfan da öyleydi. Geç tanıştık ama birbirimizi çok sevdik. ‘Hamiyet’ adında bir proje yapacaktı. Ona, “Bak, İrfan! Kendini satmayı hiç bilmiyorsun! Ben, senin projektörün olacağım Hamiyet müzikalinde. İlginin sende toplanmasını sağlayacağım. Bu projede senin ayak işlerini ben yapacağım!” dedim. İrfan, sanatçı olarak çok beğendiğim; tanışınca, kişilik olarak da çok sevdiğim bir adamdı. Ne yazık ki böyle adamlar, çok çabuk gidiyorlar! İrfan da, Sırrı abi de öyle… Sırrı, benden çok büyük değildi ama ona ‘abi’ demeyi seviyordum. Sırrı da diyebilirdim ama gerçekten bir abiydi! Böyle insanlara kalbim akıyor benim. Popüler kimliğim nedeniyle bir sürü insan benimle tanışmak istiyor. Tanışıyoruz da. Çok büyük isimler bunlar! Ama onlarla ilişkimi devam ettirmiyorum, ettirmek istemiyorum. Ama İrfan gibi adamları bulunca peşlerini bırakmıyorum!
Buradaki anahtar kavram ‘samimiyet’ mi?
O kelimeyi çok sevmiyorum. ‘Kalp’ demeyi tercih ediyorum. Şunu da söylemek isterim: Roman yazma sürecimde Sırrı Abi, birçok kez taslağı okudu. Ve ne zaman verdiysem, o gece okudu. Hatta bana taktik verdi: “Bu, mükemmel, olağanüstü bir sahne. Bunu en başa koy. Araya koyarsan kaybolacak.”. Roman yazma tecrübem olmadığı için bana verdiği tavsiyelerin birçoğunu dinledim ve onlar, romanımı güzelleştirdi. Sırrı Abi konuştuğu zaman, ağzımın suyu akarak dinlerdim onu! Hiç araya girmezdim. Harika bir insandı!
Yaşam savaşı verdiği sırada çok duygusal bir paylaşım yaptınız: “Sırrı abi. Eğer ölürsen, içeriden büyük bir parça daha kopacak. Çok sevdiğim, saydığım, çok beğendiğim, içimi ısıtan biri daha gitmek üzere burada olacak. İrfan Alış’ın gidişi gibi. Ölme Sırrı abi. Benimle yine dalga geç. Güldür beni.” Ve hemen tepkiler yağmaya başladı…
(Gülüyor) Hemen beni PKK’lı yaptılar!
Siyasetçilerin oyuncağı olmamaya kariyerimin başında karar verdim
Teoman, apolitik ya da depolitik bir karakter gibi görünse de hiç öyle olduğunu düşünmüyorum! ‘İki Çocuk’ şarkısını bir yana koyarak; ‘Çoban Yıldızı’ şarkısının klibiyle de Kürt sorununda silahların artık susması gerektiğine dair çok insani bir gönderme yaptınız…
Sadece onlar da değil! Ahmet Kaya’ya çatal kaşık fırlatanlar için ‘korkunç insanlar’ demiştim, Radikal’e verdiğim bir röportajda. O haksızlık, beni çileden çıkarmıştı! O aşağılamayı içimde çok kötü şekilde hissetmiştim. O yıllarda sırf bu sözüm nedeniyle beni bir sürü yerde boykot ettiler. Bunları, kendimi mağdur göstermek için anlatmıyorum. Ben, Kürt meselesinde de taraftım. Başörtüsü meselesinde de taraftım. 90’ların sonunda, 2000’lerin başında Newroz’larda çalıyordum ben. Şöhretimin doruğundayken! Hakkâri Köprüsü için oraya giden birisiydim. Geçen sene ‘Cumartesi Anneleri’ şarkısını da seslendirdim. Hep insani yerden yaklaştım. ‘Siyasetçilerin oyuncağı’ olmamaya, kariyerimin başında karar verdim ben! Siyasete yaklaşımım, her zaman ‘eşitlik’ ve ‘vicdan’ üzerinden oldu. Öbür türlü, bir yere yanaştığınız zaman vicdanınız da köreliyor! Bulunduğunuz yeri savunmak adına bir sürü yanlış insanla yan yana geliyorsunuz! Ben öyle birisi olmak istemedim. Tek tabanca, siyasetler üstü, vicdanını dinleyen adam olmak istedim. Kendimi de hep orada tuttum. Hâlâ da öyleyim.
Bu duruşunuzun, size kısmen bir özerklik, dokunulmazlık alanı yaratığını da düşünüyorum. Sadece politik alanda değil, cinsellik, yaşam tarzı vb. alanlarda da en karşıt düşüncedeki insanlarda bile en azından ‘görmezden gelme’ refleksi oluştuğunu gözlemliyorum, size dair.
Evet ama çok dayak yiyerek yarattım bunu! 90’ların başından itibaren çok zor dönemler geçirdik. Büyük acılar yaşandı Güneydoğu’da. ‘Cumartesi Anneleri’ şarkısını seslendirdikten sonra, Sırrı abi için o mektubu yazdıktan sonra linç yiyorum! Ama artık belli bir yaşı geçtiğim için, “Bu herif yapıyorsa bunu üç kâğıt için yapmıyor. Kalbinden geldiği için yapıyor” diye düşünüyorlardır diye umut ediyorum.
Teoman’ın o insani yanı, şarkılarına da sirayet etmeye devam ediyor. ‘Kırılganlar Kralı’ albümündeki, ‘Anneciğim, Eriyorsun, Ölüyorsun’ şarkısında olduğu gibi…
Annem bayağı kötü durumda. 93 yaşında artık. Zaten ağır depresif bir kişilikti ve on küsur senedir buna bir de yaşlılık depresyonu eklendi. Çok zor yürüyor. Duyamıyor. İyi göremiyor. Bedeni gittikçe küçülüyor ve hareket kabiliyeti azalıyor. Her gittiğimde, bir an evvel ölmek istediğinden bahsediyor bana. Bunu hayatımın draması yapmamak için uğraşıyorum ama annemin sürekli ölmeyi istemesi içimi acıtıyor. O şarkıyı da bunun için yaptım.
Bir annenin kaybının ardından söylenen bir şey değil de, gözünün önünde eriyor oluşunun verdiği başka bir acı var. Ölümden farklı bu! Anneniz ölüme yürüyor. Nedense her gördüğümde, “Ya annem ne kadar çökmüş!” diyorum, haftada birkaç kez gördüğüm halde onu. Acılı bir süreç, ölüme yürüyüşünü ve tükenişini görmek.
Teoman, aynaya baktığında kendi fiziksel değişimini, yaşlanmasını nasıl görüyor?
Pek umursamıyorum aslında! Doğal buluyorum bunu. Sonrasında daha büyük değişimler olacaktır. Büyük ihtimalle oralarda hissedeceğim. Benden büyük arkadaşlarım, “Kendindeki tükenişi her hafta görüyorsun artık!” diyorlar. O yaşlara yaklaştım. O dönem de gelecek. Onunla baş edeceğiz. Gençlik fotoğraflarıma baktığımda o artık başka bir kişiymiş gibi geliyor bana.
Ölümden hâlâ korkuyor musunuz?
Korkuyorum vallahi (Gülüyor).
Neyin korkusu bu?
Sadece ölüm değil, o korkunun sebebi: ‘Geleceğin belirsizliği ve hayatta artık pek de fazla yapacak bir şeyinin olmadığını görmek.’ Beni geleceğe dair heyecanlandıran, pozitif hiçbir şey yok, düşününce! O yüzden geleceği pek de düşünmemeye gayret ediyorum. O günü bir şekilde huzurlu bitirmek, hayattaki amacım. O güne odaklıyım.
Zamana dair paradigmanız değişti o halde. Eskiden, “Benim için an yok. Geçmiş ve gelecek var” diyordunuz.
Onu tamamen tersine çevirmeye çalışmakla meşgulüm. Ağaçlara bakarken, kendini çok büyük bir evrenin küçük bir parçası olarak hissetmek, insanın kibrini de alıyor. Yine Sırrı abiye döneyim… Ölümünden önce kanserle mücadele ediyordu. Bunu herkes bilmezdi. Söylemezdi. Bir gün bana, “Ne olacaksa olacak! Bir can nedir ki Teoman?” dedi, gülerek. Giderayak, bir şey daha öğrendim ondan!
Sırrı abi, anne tarafından dindar, Nurcu bir gelenekten, baba tarafındansa sol siyasi gelenekten gelen ve bu ikisini çok iyi harmanlayan, kendine has bir dil, jargon üretmiş insandı. Sizde de benzer bir yön var aslında, değil mi? Baba tarafından daha dindar bir gelenekten geliyorsunuz…
Şakayla karışık şöyle bir şey söyleyeyim o halde… Arada bir modern tarafa, arkadaşlarıma laf çakmak istediğim zaman, “Halam günde beş kere beni düşünüyor! Sizinkiler düşünüyor mu?” diyorum (Gülüyor). Halam her namazında benim için dua ettiğini söyler. Bu çok hoşuma gidiyor.
Sizin hayat hikayenizi okuyunca, o ilahi sesi duymak istediğiniz dönemleri de fark ediyoruz. Müziği bırakmak istediğiniz, depresyonu en kesif haliyle yaşadığınız ve Atina’ya yerleştiğiniz dönemde bir gün, “Yukarıdan sese, o sese ihtiyacım var” deyip, İngilizce Kuran arıyorsunuz okumak için. Bulamayınca da İngilizce İncil alıyorsunuz, o sesi duyabilmek için…
İnsan, o sesi duyarak yalnız olmadığını hissetmek istiyor. Çok dikkatli söyleyeceğim bunu, çünkü ben ne zaman içimdeki muhafazakarlığa dair bir şey paylaşsam, AKP’ye yalakalıkla suçlanıyorum!
Sorum, dinsel bir soru değildi aslında. Tamamen insanın ontolojik yanına dair bir soruydu…
Biliyorum… Siyasetten tamamen bağımsız bir cümle kurayım: Eğer küçükken sığınacağınız şey sadece Allah’sa, onu içinizden bir daha atamıyorsunuz. O, orada duruyor.
‘Kırılganlar Kralı’ şarkısındaki cümle doğru mu? Sizi duyması için ona mektuplar yazar mıydınız?
Yazmazdım ama ben küçükken, Allah’la çok konuşurdum içten içe.
Sevdiklerinizi erken aldığı için ona kırgın ve kızgın mıydınız?
Biraz kırgındım ama yine de tek başıma bir çocuk olarak dna ihtiyacım vardı. Başka bir çarem yoktu! Daha evvel de söylemiştim. Benim dinle ilişkim, ‘sıfır’ dolayında değil! Üretim, çok haz aldığım bir şey ama artık sadece üretmek değil, kendi iç huzurumu da devam ettirmek istiyorum. Sen şu anda göremiyorsun ama sadece o iç huzurumu sürdürmek için başucumda yirmi kitabım var. Bunların hepsi maneviyat üzerine! Manevi kitaplardan bunaldığımda tarih kitapları okuyorum. Onun altında ‘can sıkıntısı’na dair kitaplar, iki tane de Slavoj Zizek kitabı var, yeni aldığım. Zizek gibi insanların, entelektüel birikiminden, meramını çabuk anlatmasından, günümüz dünyasında moda haline gelen düşünce tarzlarını eleştirmelerinden etkileniyorum. Bu tip adamlar, zekamı bileyliyor. Ama kendime dair ana amacım, duru bir kişilik olmak. Bu saydığım kitapları sömürmezsem, öyle biri olamayacağımı düşünüyorum. Okumaya devam ediyorum ama ağaçları seyrederek!
Kafa karışıklığınız bitti mi?
Son beş senedir daha iyiye gidiyor. Önünde sonunda yapmaya çalıştığım şey, kendimi değiştirmek. ‘Rafine’ demek istemiyorum, ‘duru’yu tercih ederim. ‘Rafine’ kelimesinde fazla incelikli, fazla entelektüel bir anlam var. Ben onun tam tersi, duru ve minimal bir adama gitmek istiyorum.
Bir karakter yaratmak istediniz ve yarattınız. Ama artık o karakterin içinde durmak istemiyorsunuz…
Teoman’ın geleceğinde pek de rock’n roll olsun istemiyorum.
Varmanın değil, yolun bizzat kendisinin değerli olduğunu mu anladınız bu süreçte?
Doğru, daha zorlu bir yol seçtim kendime. Bundan pişman da değilim. On beş sene boyunca kaybolmuş o Teoman’a dair minik bir pişmanlığım var aslında ama oradaki en büyük suçlu da benim! Alkole fazla batmıştım. Bana faydası var sanıyordum, zararı varmış. Şimdi uzak durmaya çalışıyorum. O 15 yıl, şu anda olduğum yere varabilmek için geçmek zorunda olduğum bir yoldu. Bu, ilişkilerime de yansıdı. Daha vicdana doğru bir yöne yürüyorum.
Gazze’de on binlerce insanın katledildiği bir dünyaya tanıklık etmek ne hissettiriyor size?
Dünya zaten korkutucu bir yer ve daha korkunç bir yer olmaya doğru gidiyor. Bin yıl evvel yaşayan insanlar da belki bu duyguları hissediyordu. Filistin meselesini konuşacaksak şöyle bitireyim… Ukrayna dışişleri bakanı, Avrupalılara gittiğinde onlara şöyle dedi: “Burada esmer değil, sarışın çocuklar ölüyor. Bize yardım edin!”. Yani açıkça Batı’nın, bizleri hâlâ ‘kara kafalı’ olarak gördüğünü söylüyor. Kendimizi Batılı zannetmezsek iyi olur!
Gazze için çözümü Batı’dan beklemek çok mantıklı gelmese de İspanya harika bir insanlık dersi veriyor Batı’ya şu anda. Antisemitist birisi değilim ama İspanya’nın Netanyahu’yu şeytanlaştıran -zaten şeytan gibi bir adam- o tavrı, Batı’da hâlâ vicdanın olduğunun emaresi. Bu, beni mutlu ediyor. Bir Türk’ün Filistin için söyledikleri, yapıp ettikleri çok etkisiz görülebilir ama İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in yaptığı çok daha etkileyici duruyor onlar için. ABD’deki üniversite kampüslerinde yapılan gösteriler, insana hâlâ “Bir umut var!” dedirtiyor. 65 bin insan öldü Gazze’de ama başka bir duyarlılık yayıldı oradan dünyaya. Belki de sırf bu yüzden boşuna ölmediler!