Sabah evden adımımızı attığımız anda başlıyor gerginlik. Henüz kimsenin yüzünü görmemiş, kimseyle konuşmamış olsak bile içimiz sıkışmış oluyor. Çünkü bu şehir artık sadece kalabalık değil, ruhu daralmış bir yer. Sanki herkes görünmez bir yük taşıyor omuzlarında ve o yük en küçük bir temasla düşecekmiş gibi.
Trafikte kimse kimseye yol vermiyor. Sokakta omuz omuza çarpışıyoruz ama dönüp bakmaya bile gerek görmüyoruz. Metroda, markette, kapıdan geçerken, telefonda mesaj yazarken… Her yerde, herkes birbirine değiyor ama kimse birbirine dokunmuyor. Ne bir “pardon” kalmış dilimizde, ne de anlamaya niyetli bir bakış. Çünkü sabrımız bitti. Nefesimiz azaldı. İçimizde bir yer sürekli diyor ki, “Ben de çok yoruldum.”
Şehrin sokaklarında değil artık, insanların içinde trafik var. Herkesin içinde bekleyen, sıkışan, kornaya basmak üzere olan bir duygu. Market kasasında bir saniye beklemeye tahammülü olmayanlar, otobüste kendi yerini savunurken başkasının yorgunluğunu görmeyenler, sosyal medyada tanımadığı insanlara öfkelerini kusanlar… Aslında kimse esas olarak karşısındakine kızmıyor. Sinir, geçim derdine, belirsiz bir geleceğe, daralan hayatlara. Ama en kolay hedef her zaman en yakınımızdakiler oluyor.
İstanbul hep kaotikti, ama bir zamanlar zarafeti de vardı. Bankta oturup çay içen yaşlı amcanın hikâyesini dinlemek için sabrı olan insanlar vardı. Balıkçıda ekmek arası balık yerken martının gözünden utanırdık. Şimdi herkes bir yerlere yetişiyor. Yetişemedikçe daha çok bağırıyor. Oysa kimsenin anlattığı hikâye yetersiz değil, kimsenin acısı değersiz değil. Sadece kimsenin birbirini duyacak hâli kalmadı.
Tüm bunların ortasında bir şey daha var: Görünmeyen bir yarış. Herkes bir şekilde başarılı görünmek zorunda. Daha iyi yaşadığını kanıtlamak, daha mutlu olduğunu göstermek, daha güçlü durmak zorunda. Sosyal medyada herkes çok güzel, çok üretken, çok mutlu. Oysa çoğu gece telefonun ışığında büyüyen yalnızlıklarla uyuyor insanlar. İçlerindeki boşlukla oyalanmak için filtreli mutluluklar yetmiyor artık.
Yine de bu şehir tamamen umutsuz değil. Çünkü hâlâ bazı küçük sahneler var ki İstanbul’u İstanbul yapan onlar. Sabah vapurda denize bakan genç kızın sessizliği, kapıdan giren müşterisine “Kolay gelsin” diyen bakkal amcanın gülümseyişi, bir çocuk ağlarken yanındaki kadının çantasından çıkardığı mendil. Belki de bu şehir büyük projelerle değil, bu küçük inceliklerle ayakta kalıyor hâlâ.
Belki yeniden hatırlamamız gereken şey basit: Yaşadığımız şehirden önce yaşadığımız insanlar var. Yolumuz kesiştiğinde sertçe çarpmak yerine, yavaşlayıp birbirimize yer açmayı seçebiliriz. Çünkü bu şehrin dikenli duvarlarını yumuşatacak olan öfke değil, incelik. Ve bazen bir “pardon”, bir nefeslik anlayış, bir çiçekten bile daha çok güzelleştirir bu betonu.
İstanbul yoruyor, evet. Ama unutmamak lazım. Biz de İstanbul’u yoruyoruz. O yüzden belki de kurtuluş, şehri değiştirmekte değil, birbirimize çarparken birbirimizi kırmamayı öğrenmekte.

