Yıllardır kadınlara “güçlü ol” denildi. Ayağa kalk, ağlama, kendi paranı kazan, kimseye muhtaç olma… Kadınlar da öğrendi, hem de fazlasıyla. Ayağa kalktı, direndi, işini büyüttü. Üstelik sadece ekonomik ya da sosyal anlamda değil; duygusal dayanıklılıkta da güçlendi. Artık kadın, direncin, sabrın ve mantığın ustası.
Peki aynı dönemde erkeklere ne öğretildi? Aslında pek bir şey değil… Ama nedense çok şey değişti. Kadınlar her geçen gün daha dik durdukça, erkeklerin omuzları biraz daha düştü. Kadınlar “güç” kelimesini içselleştirirken, erkekler “hassasiyet” kavramını keşfetmeye başladı. Sosyal medyada, ilişkilerde, gündelik hayatta artık yeni bir tablo var:
Bir zamanlar “soğukkanlı” olması beklenen erkek; şimdi duygusal, kırılgan, onay arayan, estetik kaygılar taşıyan, aynanın karşısında dakikalar geçiren birine dönüşüyor. Kadın ise artık teselli edilen değil, teselli eden; korunmaya muhtaç değil, koruyan konumunda.
Kadın yıllarca “güçlü ol” mesajıyla büyütülürken; erkeğe “sen zaten güçlüsün” denildi. Ve tam da bu yüzden, erkek kendini hiç geliştirmedi. Bugün güçlü kadınların karşısındaki erkek, bu yeni denklemin ağırlığını taşımakta zorlanıyor.
Çünkü kadın artık kurtarılmak istemiyor; erkek ise hâlâ o kaybolan “kurtarıcı” rolünün krizinde debeleniyor.
Modern dünyanın erkekleri, kadınların yıllarca taşıdığı yükü kaldıramıyor. Birçoğu iş hayatında, ilişkilerde, hatta duygularda bile rekabet etmek yerine kaçmayı tercih ediyor. Kadınlar savaşçılaştıkça, erkekler “incinmemek” için kabuğuna çekiliyor. Elbette, kendine bakan, duygularını ifade eden bir erkek sağlıklıdır. Ama sürekli “benimle ilgilenilsin, ben merkezde olayım, ben özelim” diyen, şımartılmak isteyen bir erkek… işte orası tehlikeli bir çizgi…
Kadın “ben varım” derken; erkek “beni fark et” noktasına sıkışmış durumda. Artık güç, sadece fiziksel değil; psikolojik bir sınav. Kadın bu sınavı çoktan geçmeye başladı. Erkek ise hâlâ aynanın karşısında, kendi kırılgan egosunu düzeltmekle meşgul. Bu tabloyu eleştirmek kolay, ama belki de yapmamız gereken şey bu değil. Çünkü aslında burada bir dönüşüm yaşanıyor.
Kadınların güçlenmesi, erkeklerin zayıflaması anlamına gelmiyor; aynı şekilde erkeklerin duygusal tarafını göstermesi de “kadınsılaşmak” değil. Bu, toplumsal rollerin yeniden kalibrasyonu.
Yine de bazı şeyleri net söylemek gerek: Kadın “güçlü” olurken bazen sertleşiyor; erkek “duygusal” olurken fazlasıyla kırılganlaşıyor. Kadının gücü, erkeğin şefkatini ezmemeli; erkeğin hassasiyeti, kadının omzundaki yükü artırmamalı. Denge, iki tarafın da insanlığını hatırladığı noktada kurulacak.
Mesele, “kadın erilleşiyor, erkek prensesleşiyor” gibi yüzeysel tanımların ötesine geçmekte. Çünkü aslında hepimiz, bize ezberletilen rollerin dışına çıkmaya çalışıyoruz. Kadın artık kurtarılmayı beklemiyor. Erkek artık duvar örmüyor. Herkes kendi içindeki dişil ve eril yanla barışmanın yollarını arıyor.
Bu çağın kadınları güçlü ama yorgun; erkekleri duygusal ama yönsüz. İki taraf da kendini yeniden tanımlama sancısı çekiyor.
Belki de bu sancı, daha eşit, daha empatik bir toplumun doğum sancısıdır. Sonuçta mesele “kadın” ya da “erkek” olmakta değil. Mesele, insan olmanın tüm renklerini kabullenebilmekte. Çünkü artık güç, sesini yükseltende değil; kendi sesini bulabilende

