Shakespeare doğduğu 1564 yılından, 1616 yılında 52 yaşında ölene kadar İngiltere’de ve sonra bütün dünyada resmen yeri yerinden oynattı.
Yazmış olduğu ve sahneye konulan dramaları en azından duymuşsunuzdur. Hamlet, Falstaff gibi inanılmaz derinlikte karakterler yaratabiliyor ve eserlerinde insanlık durumunu derinden anlayışından gelen bir bilgelik oluyordu. Bu nedenle, eserlerinin sadece yazıldığı dönemi değil evrensel insanı anlattığı için tüm dönemleri dünyanın her yerinde açıklayabildiği söyleniyor.
Bunları biliyoruz ve detaylı tekrara girmeyeceğim. Şu anda, burada benim açımdan önemli olan onun eserlerinin anlattığı olayları kurgulayış biçimi ve yarattığı kişilikler ile opera olarak sahnelenmeye inanılmaz elverişli olmasıydı.
Onun eserleri 200 operanın temelini oluşturdu. Eserlerinden esinlenen besteciler arasında Rossini, Verdi, Wagner, Mendelssohn, Berlioz, Tchaikovsky, Prokofiev de vardı. Yani belki Almanların abartarak söylediği gibi İngiltere müziği olmayan bir ülke olabilirdi ama yazarıyla, edebi gücüyle operayı ve klasik müziği belirlemişti diyebiliriz. Ayrıca Shakespeare hemen sahneye konulması için yazan ve bu yöntemle çalışan, bu boyutuyla Handel’a da benzeyen bir sanatçıydı. Eserlerinin tümünün dramatik yapısı sahneye konulurken müziğin kullanılmasına çok elverişliydi ve çoğunda da müzik kullanılmıştı. Bu da, opera kadar olmasa da seyircinin müzik ihtiyacını doyurmuş olmalı.
Shakespeare, Londra dışında doğmuş, orta sınıftan, eğitimi fazla olmayan bir insandı. Bu yüzden sürekli muhteşem eserleri yazanın aslında o olmadığı ve başkalarının yazarak onun imzasını attıkları söylenmiştir. Bir ara Freud bile bu efsaneye inananlar grubuna katılmıştı.
Nazilerden kaçan Freud’un Londra’da yaşadığı ev ölümünden sonra müze haline getirildi. Müzeyi ziyaret ederseniz, kütüphanesinde Shakespeare’in ve Goethe’nin kitaplarının yoğun olduğunu görürsünüz. Freud’un Shakespeare’i okumaya 8 yaşında başladığı söylenir. Hayatının önemli bölümünde Shakespeare’e sadece edebi hayranlık duymakla kalmadığı, psikoloji üzerine teorisinin çatısını da Shakespeare’in eserlerine dayandırdığı, bazı fikirlerini onun kitaplarını okuyarak oluşturduğu biliniyor.
Freud’un Oedipus kompleksi kavramını Hamlet’i okuduktan sonra oluşturduğu ayrıca ölüm korkusu, kıskançlık gibi insan tabiatına ait fikirlerini de Shakespeare eserlerindeki fikirlere dayandırdığı iyi biliniyor.
Baştan söyleyeyim, amacım bugüne kadar üzerinde çok yazılmış, tartışılmış Freud’un Shakespeare kitaplarından yararlandığı konusunu burada tekrarlamak değil. Dikkat Benim asıl ilgilendiğim konu, üretken yıllarında İngiliz yazara hayran olan Freud’un sonradan birdenbire, “Shakespeare aslında o kitapları yazan kişi değil,” diyen insanlara katılmasının nedeni; bunu anlamaya çalışıyorum.
Shakespeare öldükten çok uzun yıllar sonra, birdenbire onun o kitapları yazan asıl kişi olmadığını söyleyen bir grup insan ortaya çıktı. Bu konuyla ciddi biçimde ilgilenmediyseniz de tartışmayı mutlaka bir şekilde duymuş olmalısınız, çünkü bu zaman içinde popüler bir komplo teorisine dönüştü. O büyük kitapların asıl yazarının kim olduğunun araştırılması nedeyse kendi başına ayrı bir edebi dal haline geldi. Shakespeare’in kitaplarını yazan kimdi sorusuna cevap arayan araştırmalar neredeyse ayrı bir endüstri oluşturacak kadar zenginleşti.
Francis Bacon’un eşi Delia Bacon 1857’de yayınladığı “The Philosophy of the Plays of Shakespeare Unfolded” adlı çalışmada, (orijinalinde Shakespeare adı dönem İngilizcesi ile Shakspere diye yazılıyordu) Shakespeare imzalı kitapların tek bir kişi tarafından değil başlarında Francis Bacon’un bulunduğu bir grup yazar tarafından yazıldığını söyleyince, bugün hâlâ süren büyük bir tartışmayı başlatmış oldu.
Asıl yazar budur diye birçok isim ortaya atılıyor ama bu tartışma içindeki en güçlü grubu “Oxford Teorisyenleri” adı verilen grup oluşturuyor. Bu gruba göre, Shakespeare adı altında yayınlanan ve filozof Wittgenstein’a “O aslında yeni bir dil yarattı” dedirtecek kadar güçlü olan kitapların asıl yazarı 17. Oxford Kontu olan Edward de Vere idi.
Freud’u dahi inandıracak kadar etkili olan bu Oxford teorisyenlerinin etkisi bugün bile sürüyor. Shakespeare uzmanları, asıl yazarın kendilerinin söylediği isim oluğunu iddia edenlerin ısrarlarına karşı bunun neden olamayacağını gösteren belgeler ortaya koysalar da “asıl yazar kimdi” tartışması bir türlü bitemiyor.
Bu, komplo teorilerinin ortak bir özelliği de olabilir. Her komplo teorisinde, teoriyi oluşturan kendi içinde tutarlı olan, dış etkilere karşı kendini kapayan bir döngüsel mantık oluşturur ve siz bunun olamayacağına yönelik ne kadar belge ve delil sunsanız da o döngüsel mantığı kırmanız, inançları sarsmanız mümkün olamaz.
Shakespeare asıl yazar değildir diyen Oxford Teorisyenleri durumunda da aynı şey -komplo teorilerinde genelde olan dış etkilere kapalılık ve kendi döngüsel mantığına sarsılmaz inanç- oluyor galiba. Bunun dışında onların etkisinin sürmesinde popüler kültür de etkili oldu. 2011 yılında Sony Pictures tarafından dağıtımı yapılan “Anonymous” adlı film Oxford Teorisyenlerinin düşüncelerinin kamuoyunda daha çok bilinmesine yol açtı.
Dahası 1976 yılında Oxford Shakespeare kuruluşunun başkanı seçilen Charlton Ogburn Jr. 1985 yılında “The Mysterious William Shakespeare: The Myth and the Reality” (Gizemli William Shakespeare: Mit ve Gerçekler) adlı son derece ciddi bir araştırma yayınladı. 900 sayfalık çalışmanın girişini Pulitzer ödülü kazanmış olduğu için kamuoyu tarafından tanınan tarihçi David McCullough yazdı. Tarihçi yazısında, “Gerçek Shakespeare’in 17. Oxford Kontu olduğu bu çalışmayla birlikte söylenti olmaktan çıktı ve tamamen inanılır hale geldi,” deyince bir ara hafiflemiş gibi görünen tartışma yine ateşlendi
William Shakespeare’in hayatını inceleyen uzmanlar o kitaba da karşı çıkıyorlar ama bir şey fark etmiyor; tartışma bir türlü bitmiyor. Ben bunun bir gün bitebileceğine de artık inanmıyorum. Bu yüzden, ben en iyisi Freud’un başta hayran olduğu ve insan tabiatı konusundaki teorilerini oluşturmak için kitaplarını yoğunlukla kullandığı Shakespeare’e karşı birdenbire neden tavır aldığı konusuna döneyim.
Shakespeare’in aslında insan psikolojisi konunda Freud’dan bile daha derinlikli fikirlerinin olduğunu söyleyen uzmanlar var ve onlara göre Freud bu fikirleri kullandıktan sonra Shakespeare’i kıskanmaya başladığı için onun kitapları asıl yazan kişi olmadığını söyleyen Oxford Teorisyenlerine inanmaya başladı
Bu olabilir ama bunun dışında meselenin çok daha basit bir nedeninin olması ihtimali de var.
Freud sınıfsal olarak biraz üstten bakan ve küçümseyen bir tavır da koymuş olabilir.
Çünkü Freud’un, “Onun eserlerine bakınca, bugün hepimiz Shakespeare’i kıskanıyoruz. Ama hayatına baktığımızda onun Londra dışında oturan orta sınıftan bir insan olduğu da görülüyor. O ortamdaki orta sınıftan bu eserleri yaratabilecek düzeyde bir insan çıkabilmesi mümkün değildi, bu yüzden o kitapları başka birisi yazmış olmalı,” diye düşündüğü de biliniyor.
Psikanalizin temellerini kuran kişinin psikanalizi yapılamaz diye bir kural olamayacağına göre bu konuda Freud’un Shakespeare’e yönelik hayli sorunlu ve içine atıp bastırdığı aşağılık duyguları olduğu ortada.
Kim ne dersin desin, Shakespeare hayatın içindeki gündelik konuşmaları dinleme yeteneği ile ve kendini yetiştirmesiyle tüm kitaplarını kendi başına yazmaya yetecek yeteneğe sahipti.
Hem hakkında bu kadar tartışma yapılan Shakespeare’in hayatı hakkında birçok belge de var. Hatta uzmanlar, onun hayatı hakkında altmış altı otantik belge olduğunu bile söylüyorlar.
İngiltere, operayı belirleyen bu dev edebiyat ustası ve Handel ile yaptığı zirvedeki başlangıcı nedeniyle klasik müzik bestecisi çıkarma yolunda biraz tembel davranmış ve fazla adım atmamış olabilir ama Shakespeare gibi evrensel bir değere sahip olan bir İngiltere’nin, bazı Almanların müzik konusunda söylediklerini dert ettiğini hiç sanmıyorum.

