Ortadoğu bugün hâlâ çalkantılı bir coğrafya. Sınırlar geriliyor, devletler çözülüyor, vekâlet savaşları yayılıyor ve kimlik fay hatları yeni kırılmalara yol açıyor. Ancak bölgenin bugünkü jeopolitiğini anlamak için merceği yalnızca son on yılların savaşlarına ya da Arap Baharı sonrasına çevirmek eksik kalır.
Daha derindeki kırılma, 1919 yazında Başkan Woodrow Wilson’ın talimatıyla sahaya çıkan King–Crane Komisyonunun hazırladığı raporda gizlidir. Dışarıda dar bir uzman çevresi dışında pek bilinmeyen bu belge, Amerikan aklının Ortadoğu’ya ilişkin ilk kapsamlı stratejik tasarımını kayda geçiren metindir.
Sykes-Picot’un kapalı kapılar ardında cetvelle çizilmiş sınırlarının aksine, King–Crane misyonu halkların taleplerini anlamaya yönelik bir araştırma olarak sunulmuştu. Fakat raporun satır araları, Washington’un bölgenin nasıl “tasarlanması gerektiğine” dair erken bir zihinsel haritayı gözler önüne serer.
Washington’da, Brüksel’de, Pekin’de ve Körfez başkentlerinde geçirdiğim uzun yılların bana gösterdiği bir gerçek var:
Haritalar değişir, aktörler değişir; fakat büyük güçlerin Ortadoğu’ya bakışı neredeyse hiç değişmez.
King–Crane raporu da bu sürekliliğin en erken ve en berrak tezahürlerinden biridir.
Arap Dünyası İçin Önerilen ‘Büyük Suriye’: İdealizm ile Jeopolitik Arasında
Komisyonun en geniş yer verdiği konu, Arap topraklarının geleceğidir. Önerdikleri model, bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve Hatay’ı kapsayan bir “Büyük Suriye”dir. İdari ve ekonomik açıdan birbirine bağlı, fakat nihayetinde Amerikan mandası altında şekillenecek bir siyasal düzen…
Komisyon, Arap halklarının önemli kısmının bağımsızlık talebini kayda geçirirken, Fransa’ya duyulan derin güvensizliği özellikle vurguladı.
Lübnan’ın ayrı bir devlet olarak kurgulanmasının mezhepsel fay hatlarını daha da keskinleştireceğini ve gelecekte ciddi çatışmalara kapı aralayacağını öngördü.
Filistin meselesi ise bugün bile yankı bulmaya devam eden bir perspektifle ele alınmıştı: Yahudi ulusal yurduna sınırlı destek, ancak demografik yapının bir devlet kurmaya elvermediği tespiti…
Aradan geçen bir yüzyıla rağmen bölgeyi hâlâ sarsan temel gerilimlerin — Suriye’nin parçalanması, Lübnan’ın kırılganlığı, Filistin–İsrail meselesinin kilitlenmiş yapısı — komisyon tarafından bu kadar erken sezilmiş olması, raporu tarihsel açıdan son derece dikkat çekici kılıyor.
Osmanlı ve Türkiye İçin ‘Küçültülmüş Devlet’ Tasarımı
Komisyonun Türkiye’ye dair önerileri ise dönemin Batılı zihin dünyasını ele veren türdendir.
Türklerin “yönetim kapasitesinin sınırlı olduğu” iddiasıyla, Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmış dar bir devlet modeli önerildi.
Doğu Anadolu’da Karadeniz’e açılan büyük bir Ermenistan, güneyde özerk bir Kürdistan…
Geriye ise dış müdahaleye açık, stratejik olarak zayıflatılmış bir Orta Anadolu kalır.
Washington ve Brüksel’de masalarda geçirdiğim yıllar boyunca defalarca şunu gözlemledim:
Güçlü bir Türkiye rahatsızlık yaratır; zayıf bir Türkiye ise “çalışması kolay ortak” olarak görülür.
King–Crane raporu, bu refleksin entelektüel kökenini oluşturan ilk metinlerden biridir ve Sevr’in düşünsel altyapısına doğrudan katkı sunar.
Komisyonun İki İmzası: Misyoner İdealizmi ile Amerikan Pragmatizminin Buluşması
Raporun ruhu, onu kaleme alan iki ismi anlamadan eksik kalır.
Henry Churchill King, Protestan misyoner geleneğini akademik idealizmle harmanlayan bir figürdü. Ortadoğu’yu ahlaki ve kültürel bir dönüşüm alanı olarak görüyordu; bu nedenle raporun yüzeyinde etik bir ton sezilir.
Charles R. Crane ise Wilson’a yakın, siyaset ve finans arasında güçlü bağlantılara sahip varlıklı bir iş insanıydı. Bölgeyi ticari fırsatlar, enerji yolları ve nüfuz alanları üzerinden okuyan çok daha realist bir yaklaşıma sahipti.
Rapor, tam da bu iki dünyanın sentezidir:
Bir yanda “ahlaki sorumluluk” vurgusu, öte yanda ekonomik ve stratejik fırsatları işaret eden satırlar…
Bu sentez, ABD’nin yüzyıl boyunca Ortadoğu’ya karşı takındığı mesafeli ama gerektiğinde müdahaleci tavrın da ilk habercisidir.
Washington’un Tereddüdü: Güçlü Bir Tasavvur, Zayıf Bir Siyasi İrade
Komisyonun raporu Washington’a ulaştığında Senato’da soğuk karşılandı.
Birinci Dünya Savaşı’nın travması, Amerikan kamuoyundaki izolasyoncu eğilim ve “dışarıya bulaşmama” anlayışı, tavsiyelerin uygulanmasını imkânsız hâle getirdi.
Ortadoğu’da manda kurmak; asker göndermek, maliyet üstlenmek ve uzun vadeli politik sorumluluk demekti.
Bu da 1920’lerin Amerika’sında “satılabilir” bir proje değildi.
Ancak raporun reddedilmesi, onun çizdiği zihinsel haritanın yok olduğu anlamına gelmedi.
Aksine, ABD’nin bölgeye ne zaman ve nasıl yaklaşacağına dair ilk çerçeve böylece kalıcı hâle geldi.
Çizilmeyen Sınırların Gölgesi: Geçici Haritalar, Kalıcı Niyetler
King–Crane Komisyonu’nun haritaları hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.
Ne Büyük Ermenistan kuruldu, ne özerk Kürdistan tariflendi, ne de Büyük Suriye Amerikan mandası altında şekillendi.
Fakat çoğu zaman haritalardan uzun yaşayan, onların kodladığı niyetlerdir.
Bugün Suriye’nin parçalanmışlığı, Irak’ın etno-sekter bölünmüşlüğü, Lübnan’ın yapısal kırılganlığı ve Filistin meselesinin çıkmazı, o erken dönemde çizilen zihinsel tasarımın hâlâ geçerliliğini koruduğunu gösteriyor.
Ortadoğu’daki birçok sınır cetvelle çizildi; fakat politikalar zihinlerde tasarlandı.
Ve o zihinsel tasarım, aradan bir asır geçmesine rağmen hâlâ dünya güçlerinin bölgeye bakışını şekillendiriyor.
Bir Asrı Aşan Jeopolitik Tasavvurun Uzun Gölgesi
Ortadoğu bugün yeni bir kırılmanın içinde.
Güç dengeleri yeniden şekilleniyor, devlet dışı aktörler yükseliyor, enerji–jeopolitik ilişkiler dönüşüyor ve büyük güç rekabeti sertleşiyor.
Bu koşullarda King–Crane raporunu hatırlamak, tarihsel bir merak değil; büyük güçlerin bölgeye nasıl baktığını anlamak için zorunlu bir zihinsel egzersizdir.
Diplomasi ve iş hayatındaki uzun kariyerim boyunca gördüğüm temel gerçek şudur:
Ortadoğu’da değişen haritalar ya da aktörler değil; bölgeyi “yönetilebilir parçalara” ayırma isteğidir.
Yüz yılı aşkın geçmişiyle King–Crane Komisyonu raporu, bu niyetin en erken ve en güçlü ifadelerinden biridir.
Yeni diplomatlara tavsiyem, bu raporu bulup dikkatle okumaları, ekindeki haritalara mutlaka göz atmalarıdır.
Orada, zamana hapsolmadan büyük tasarımların nasıl adım adım kurgulandığını, hangi araçlarla uygulandığını ve aradan bir asır geçse bile niyetlerin nasıl canlı kaldığını çok net görebilirler.

