Bir parkta bankta oturuyorsun. Ağaçların altında telefonundan kahve ve küçük bir atıştırmalık söylüyorsun. Ne kuryeyi takip ediyorsun ne motor sesi bekliyorsun. Birkaç dakika sonra gökyüzünde ince bir vızıltı beliriyor. Sarı beyaz bir dron parkın içindeki küçük bir istasyona iniyor. Üstünde ekranı olan akıllı bir dolap bu. Dron kutuyu dolabın üstüne bırakıyor kutu içeri çekiliyor. Sen ekrana şifreni yazıyorsun kapak açılıyor ve siparişini alıyorsun.
Bu sahne artık bilim kurgu değil. Çin’in bazı şehirlerinde parklarda meydanlarda hatta ofis hatlarının üzerinde dron teslimat noktaları kuruldu. İnsanlar siparişini kapıya değil bu noktalardan alıyor. Gökyüzü yeni bir servis yolu haline geldi.
Rayların üzerinde de hayat aynı hızla akıyor. Çin’in bazı yüksek hızlı tren hatlarında bir ucu öbür ucuna birkaç saatte gitmek mümkün. Yolculuk yalnızca varmak değil şehirleri yanına almak haline geldi. Uygulamada tren numaranı seçiyorsun güzergah üzerindeki kahvecileri görüyorsun siparişini veriyorsun ve bir sonraki durakta sen daha yerinden kalkmadan sandviç masanda beliriyor. Eskiden tren şehirden uzaklaştırırdı şimdi şehir trene biniyor.
Bazı yerlerde tren yalnızca şehirden değil evlerin içinden geçiyor. Dağlık bir bölgede apartmanın alt katı ile üst katları arasına istasyon yerleştirilmiş durumda. Mühendislik gürültüyü emmiş bina trenle kavga etmeden yan yana yaşamayı öğrenmiş. Şehir planlaması yolları açmak yerine yollarla barışmayı seçmiş.
Şehir içi ulaşımda insansız otobüsler ve minibüsler de sahnede. Şoför yok ama refleks var. Durakta insan varsa duruyor yoksa devam ediyor. Kırmızıda geçen yaya uyarı sesiyle karşılaşıyor bazen korna duyuyor. Yani insansız araç bile insan davranışıyla kurgulanmış durumda.
Bizde ise sahne başka. Minibüste arkadan para gelir hafif bir ses duyarsın. Bunu bir öne uzatır mısınız. Para elden ele dolaşır herkes birbirinin yerine yazılır. Bir yandan rahatsız eder bir yandan bağ kurar. Kimse kimseyi tanımaz ama herkes aynı zincirin halkasıdır. Şimdi insansız otobüsler bu sahneyi silecek. Belki bugün of dediğimiz o küçük kalabalık bile bir gün özleme dönüşecek.
İstanbul Boğazı’nda kaptansız vapurlar düşün. İskeleye kendisi yanaşıyor. Teknoloji kusursuz çalışıyor. Ama martıya simit atarken kaptanın göz kırpan selamı yok. O selamı kim yazacak sisteme.
Robot oda servisi de hayatımıza girdi. Lobiden sessizce yükselen küçük bir robot tepsiyi kapına bırakıyor. Ses yok nefes yok yavaş bir mekanik bekleyiş. Japonya’da robot baristaların kahve yaptığı yüz tanıma ile kasasız çıkış yapılan marketler denendi bile. Hepsi hız ve zaman kazancı.
Biz Avrupa’da bile kasiyersiz üç mağaza görünce şaşırıyoruz. Çünkü biz dokunarak konuşuruz insanı duyarak hizmet alırız. Esnaf bizi isimle çağırır garson yavaşça yaklaşır kuaför havluyu omzumuzun üstüne koyar. Ama aynı biz Covid döneminde markete değil sepete alıştık. Demek ki insan şaşılacak kadar hızlı adapte olabilen bir varlık. Teknoloji zahmeti azalttığı anda direnç yumuşuyor. Peki tüm bu büyük değişime karşı ne kadar direnç gösteririz ne kadar kabulleniriz? Belki bazı alanları hızla içimize alacağız bazılarını ise yıllarca kabullenemeyeceğiz.
Hep söylenen şu. Teknoloji işleri hızlandıracak bize daha çok zaman bırakacak. Dron yemeği getirecek otobüs kendi kendine gidecek kasada beklemeyeceğiz ve gün bize kalacak. Kağıt üzerinde doğru.
Gerçekte ise hız bazen zamana yük bindiriyor. Mesai bittikten sonra bile ekran kapanmıyor bildirim susmuyor dosya tamamlanmıyor. Özellikle Çin Kore Japonya gibi ülkelerde yoğun tempo ve performans baskısı yükseldi. Demek ki soru hala açık. Teknoloji zaman mı kazandıracak yoksa zamanı da mı çalacak.
Peki bundan sonra ne olacak. Sadece ulaşım mı değişecek. Hayır.
Mimari değişirse hayatın estetiği de değişir
Yarın şehir planlamasını yapay zeka yaparsa binalar daha düzenli daha sistemli daha matematiksel olabilir. Belki aynı ölçülerde yükselen gökdelenler birbirinin kopyası siteler aynı balkon oranları aynı pencere çizgisi aynı gri tonuyla büyüyebilir. Ne barok kıvrımı ne gotik sivriliği ne Gaudi’nin nefes alan duvarları ne Art Nouveau’nun zarif kapıları. Her şey kusursuz ama birbirine benzer.
Bugün Paris’in Haussmann binalarını, Barcelona’nın Gaudi cephelerini, Floransa’nın Rönesans meydanlarını, İstanbul’un ampir taşlarını değerli yapan şey kusurdur. İnsan eliyle yoğrulmuş olmasıdır. Yapay zeka şehri planlarsa konfor gelir hız gelir düzen gelir ama ruh gider mi. Bu sorunun cevabı henüz yok.
Moda da değişir yaşam da
Sanat ve tasarım da bu rüzgardan kaçamaz. Belki yarın herkes kolay temizlenen kolay katlanan kırışmayan kumaşlar giyer. Evler daha az eşyalı olur, koltuklar daha sade, yemek masaları daha işlevsel. Duvara asılan tablo bile gerçek fırça kokusu değil algoritmanın ürettiği Van Gogh tadı bir güneş sarısı olabilir. Bugün duyduğumuz müzik bile sesi olan bir insan değil yapay zekanın tasarladığı tınılar olabilir.
Peki o zaman sanat nedir. Şarkıyı söyleyen mi yoksa şarkıyı hisseden mi. Tablodaki renk mi yoksa resmi çizenin nefesi mi. Moda artık seri üretim değil seri algoritma mı olacak. Akla gelen soruların hiçbiri gereksiz değil. Hepsi kapıda bekleyen ihtimaller.
Ve burada işte insan yine merkeze geliyor. Çünkü teknoloji her şeyi yapar ama duyguyu ancak biz veririz.
Türkiye’nin gücü burada.
Biz şehrin ortasında kahve içerken yan masaya selam veririz.
Minibüste para uzatırken güven kurarız.
Bakkalda sohbet ederiz.
Baristanın adımızı bilmesine seviniriz.
Eğer bu duyguyu kaybetmeden teknolojiye yaklaşabilirsek şehir hızlı olur ama yalnızlaşmaz. Moda sadeleşir ama ruhsuz olmaz. Yapay zeka üretir ama sanat ölmez. Çünkü insan var oldukça his var.
Gelecek belki böyle sorularla büyüyecek.
Belki cevabı zaman verecek.
Ama biliyorum. Gökyüzünden gelen kahveyi içerken yanımızdakinin gözlerine bakmayı unutmazsak teknoloji değil insan kazanır.
Ve belki geleceğin en büyük lüksü budur.
Hızlı ama yalnız olmayan bir hayat.

