ROBOTLAR VE ANNELER
Cassandra
Distopya esintileri taşıyan ama distopya kadar karanlık bir atmosfere sahip olmayan, bilimkurgu olan ama bilimkurgudan daha gerçekçi bir dizi kulağa nasıl geliyor? Netflix’in yeni mini dizisi ‘Cassandra’dan söz ediyoruz.
Şehirdeki evlerinde yaşanan trajik olaydan sonra yeni bir başlangıca ihtiyaç duyan Prill ailesi, başka bir eve yerleşir. Oldukça nostaljik olan bu eve 50 yıldır dokunulmamıştır. Ama bu nostalji, evin annesi için modernitenin ruhsuzluğuna bir panzehir gibidir. Ancak evin bir de sırrı vardır, o da emlakçının hiç bahsetmediği ve bodrum katında yer alan, 1970’lerden kalma bir bilgisayar sistemi. Bu sistem Cassandra (Lavinia Wilson) adlı bir hizmetçi-robotun ta kendisidir. Aile eve yerleşir yerleşmez 50 yıllık uykusundan uyanan robot Cassandra, bu nostaljik ‘akıllı evin’ annesi olduğunu düşünür ve aile bireylerine de böyle davranır. Kendine ‘peri anne’ lakabını bile takar. Muhtemelen aklınıza ‘Jetgiller’in sevecen hizmetçi-robotu Rosie geldi, ama bekleyin…
Cassandra zamanla aileyi ve evi o kadar benimser ki ailenin annesi Samira’yı (Mina Tander) rakip olarak görmeye başlar. Samira Cassandra’nın tehlikeli niyetlerini anlar anlamasına, ancak bir robottan böyle bir şey beklenmeyeceği için ailesini bir türlü ikna edemez. Üstüne Samira’nın ortaya çıkarması gereken bir şey daha vardır: Evin eski sahiplerine, özellikle de o ailedeki (Cassandra’ya çok benzeyen) anneye ne olduğu.
Bir robot ile ev hanımı arasındaki yedi farkı bulunuz
İşte bu noktadan itibaren dizideki bilimkurgu ögeleri, toplumsal cinsiyet rollerinin insanların hayatını nasıl mahvedebileceğine dair nüvelerle birleşiyor. Cassandra’nın robotik hali aslında, kendi başına bir organizma olan ve kontrol edilmediğinde çığırından çıkan ‘evi’ hizaya getiren ev hanımlığına bir metafor olarak da okunabilir. Kariyeri yerine ev hanımlığını seçen kadınların kimliklerini bir tek bunun üzerine inşa etmiş olmalarının yarattığı özgüvensizlik nedeniyle, eve ve aileye saplantılı olma hallerinin bir eleştirisini görüyoruz. Bu döngüdeki kurban-fail noktaları arasında gidip gelen Cassandra’ya bu ikilem ışığında baktığımız için ahlaki olarak nerede konumlansak bilemiyoruz.
Dizi yine Netflix’te yayınlanan ‘Bigbug’ filmiyle bilimkurgu noktasında benzeşiyor. ‘Amélie’nin ve ‘Delicatessen’in yapımcısı Jean-Pierre Jeunet tarafından yönetilen ve ortak yazılan karanlık bilimkurgu komedisi olan ‘Bigbug’da insanların 2045’te çoğu görevi yapay zekâya devredişini ve darbe yapan robotları izlemiştik. Üstelik bu robotik protesto oldukça nostaljik bir evde gerçekleşiyordu. ‘Cassandra’da da iç mekânın ‘ruhu olan’, görece nostaljik bir ev olması tesadüf değildir. Ancak, bahsettiğimiz gibi, ‘Cassandra’ bundan daha fazlasını sunuyor. Bunda elbette dizi formatında olmasının avantajı da büyük.
Benjamin Gutsche’nin hem yazarlığını hem yönetmenliğini yaptığı mini dizi, bilimkurgunun yanı sıra aile içi çatışma ve toplumsal cinsiyet rolleri temalarını da içermesi bakımından geniş bir kitleye hitap ediyor ve hafta sonu seyir listenizde olmayı hak ediyor. ‘Cassandra’ tüm bölümleriyle Netflix’te.
J. K. ROWLING’İ NASIL BİLİRDİNİZ?
C. B. Strike
Dünya kültür mirasına koca bir hediye bırakan J. K. Rowling’i ‘Harry Potter’ın yazarı olarak biliyoruz. Son yıllarda girdiği toplumsal tartışmaların ardından onu iyi mi bilirdik kötü mü bilirdik sorusuysa başka tartışmanın konusu. Oysa kendisini bir de Robert Galbraith olarak biliyoruz! ‘Harry Potter’ serisinden sonra yazarın ‘Boş Koltuk’ (2012) ve ‘Ickabog’ (2020) kitapları dışında başka eser kaleme almadığını düşünen çok. Biz bugün yazarın, ülkemizde şok etkisi yaratamamış kocaman başka bir serisinden bahsedeceğiz; çünkü o serinin bir de ekran uyarlaması var!
2013 yılında Robert Galbraith adında İngiliz bir adam, ‘Dedektif Cormoran Strike’ serisinin ilk ayağı olan ‘Guguk Kuşu’ adlı romanı çıkarmıştı. Yayımlanmasından kısa süre sonra yazar Robert Galbraith’in aslında J. K. Rowling’in ta kendisi olduğu sızdırılmıştı! Böylece yazarın, tamamen farklı bir kurguyla sıfırdan başlamayı deneme deneyi boşa gitmişti. Roman dizisinin ilk beş kitabı Türkçeye çevrildi, ilk altı kitap ise çoktan ‘C. B. Strike’ adıyla diziye uyarlandı.
‘C. B. Strike’ın yeni çıkan altıncı sezonu BluTV’de yayınlanıyor. (BluTV’de ‘The Ink Black Heart’ altbaşlıklı altıncı sezon, bir hatadan ötürü olsa gerek, dördüncü sezon olarak yazılmış.) Dizinin önceki sezonları hiçbir platformun Türkiye katalogunda yer almasa da bunun pek önemi yok. Zira her sezon farklı bir olayı konu alıyor ve sezonların bölüm sayısı çok az. Yine de önceki sezonlara kendi imkânlarıyla erişemeyenler için biz devreye girelim ve özetleyelim.
Formül aynı: Dedektif ve çok yetenekli yardımcısı
Bir İngiliz suç ve gizem dizisi olan ‘C.B. Strike’, adını ana karakterimiz olan özel dedektiften alıyor: Cormoran Blue Strike. (Dizi ayrıca ‘Strike’ olarak da biliniyor). Esasında bir asker olan Strike (Tom Burke) savaşta bir bacağını kaybettikten sonra özel dedektif olmuştur. (Normalde rahat biri izlenimi çizse de damarına basıldığında hırslanması, tek bacağından sıkıntılı olması ve ağrı kesiciler kullanması size Dr. House’u hatırlatabilir.)
Borç harç içinde, eşi tarafından evden atılmış, köhne ofisinde yaşayan Strike radarımıza ilk olarak, ofisine iş bulma kurumu tarafından asistan olarak gönderilen Robin’le (Holliday Grainger) birlikte girer. Robin nişanlısıyla yaşayan, hukuktan biraz anlayan, vakalara bir asistandan daha fazla katkıda bulunabileceği hemen anlaşılan bir kadındır. Yetenekleri onu daha sonra Strike’ın ortağı yapacaktır.
Üç bölümlük ilk sezonda, intihar ettiği söylenen bir top modelin abisi, kız kardeşinin cinayete kurban gittiğinden şüphelenir ve soluğu Strike’ın ofisinde alır.
İki bölümlük ikinci sezonda bir yazar ortadan kaybolur, eşi ise bulunması için Strike’a başvurur. Kaybolan yazarın yayımlanmamış kitabı, güçlü insanlar hakkındaki tehlikeli sırları içerir.
İki bölümlük üçüncü sezonda Robin, posta yoluyla bir insan bacağı alır ve bu ürpertici olay, Strike’ın geçmişiyle bağlantılı bir tehlikeyi ortaya çıkarır.
Dört bölümlük dördüncü sezonda akli dengesi bozuk bir adam, çocukken bir cinayete tanık olduğunu iddia eder ve Strike’tan yardım ister. Robin ise bir milletvekiline yapılan şantajı araştırmaktadır.
Dört bölümlük beşinci sezonda Strike ve Robin, 40 yıl önceki bir davanın, yani bir seri katille bağlantılı olduğu düşünülen kayıp bir kadının izini sürer.
Taze yayınlanan ve dört bölümden oluşan altıncı sezondaysa ikilimiz, bir çizgi filmin yaratıcısını taciz eden kişiyi bulmak için kolları sıvar. Önümüzdeyse çekilmeyi bekleyen iki sezon var! Her sezonu J. K. Rowling’in roman serisinin bir kitabına dayanan dizi, ‘Veronica Mars’ ve ‘Jessica Jones’ havasındaki dedektif hikâyeleri müdavimlerine önerimizdir. Romanları henüz okumadığımız için karşılaştıramasak da kalemine güvendiğimiz J. K. Rowling’in Robert Galbraith mahlasıyla yazdığı ‘Cormoran Strike’ serisinin dizi uyarlaması ‘C. B. Strike’, yeni sezonuyla BluTV’de.
CEHENNEMİN İFŞASI
Blink Twice / Gözlerini Kırp
Sırada bir ‘ilk yönetmenlik’ filmi var. Şarkıcı Lenny Kravitz’in kendisi gibi şarkıcı ve oyuncu kızı Zoë Kravitz bir de yönetmenliğe el atıyor ve karşımıza ‘Blink Twice’ adlı psikolojik gerilim filmiyle çıkıyor. 2024 yılında vizyona giren film nihayet dijital platformlara geldi, izlenmek üzere bizleri Prime’da bekliyor. Zoë Kravitz filmin hem yönetmenliğini hem E.T. Feigenbaum’la ortak yazarlığını yapıyor ve bize bir güç, hafıza manipülasyonu, hayatta kalma ve intikam hikâyesi anlatıyor.
Film, Frida ile Jess (Naomi Ackie, Alia Shawkat) adlı iki kokteyl garsonunun bir organizasyonda görevlendirilmesiyle başlıyor. Kokteylin başrolündeyse karizmatik teknoloji milyarderi Slater King (Channing Tatum) var. Bir günlüğüne de olsa, sürekli hizmet ettikleri insanlardan biri olmayı tatmak isteyen iki arkadaş, garson üniformalarını çıkarıp tuvaletlerini giyiyor ve davetlilerin arasına karışıyor. Frida genç teknoloji milyarderinin dikkatini çekince iki arkadaş, Slater’ın partiler düzenlediği özel adasına davet ediliyor.
‘Blink Twice’ her şeyden önce sinematografik açıdan oldukça iyi bir film. Seslerin kullanımıysa ASMR videolarına taş çıkarır. Reklamlarda kullanılan meşhur ifadeyle tüm duyularınıza hitap eden bir film. Filmin yarısı neredeyse bir cennet tasviriyle geçiyor. Herkesin beyaz giydiği, yeme içmenin bol olduğu, huzur ve eğlencenin iç içe olduğu gündüzler, gece çökünce yerini partiye bırakıyor. Söz konusu beyaz kıyafetler, meyveler, şaraplar cennet havasından çıkıp Dionysos’un işret alemlerine bürünüyor. Yalnızca hikâye anlatımında değil, çekim tekniklerinden renk paletlerine yansıyan bu atmosfer izleyeni de içine çekmeyi başarıyor. Bu görüntüleri aynı zamanda Meksika’nın Yucatán ve Quintana Roo bölgelerine borçluyuz.
Aslında ifşa izliyoruz
Başta adanın büyüsüne kapılan Frida ve Jess, zamanla burada bir tuhaflık olduğunu fark ediyor. Bu noktada, gündemi takip ediyorsanız ‘ünlülerin partilediği ada’ denince akla gelen Epstein, ardından da Puff Diddy skandallarına göndermeler başlıyor. Zaten Kravitz’in ifadesiyle hikâye %100 gerçek olaylara dayanıyor. İşin içinde çocuklar yok, ancak yine de tetikleyici uyarısı (cinsel şiddet ve manipülasyon) vermemiz gerekiyor.
Hikâye sürükleyici, ancak bir gerilim filminde değil de romantik komedide sürükleniyor gibi izliyoruz. Filmin beklenen geriliminin inşa edilmesi çok uzun sürüyor, çözüm ise filmin son çeyreğine sıkıştırılıyor. Hollywood’u ve ABD müzik sektörünü ifşa etme amacı taşıdığı bariz böylesine bir film, ‘bir tuhaflık olduğunun anlaşılması’ temalı ‘Get Out’ filminin tonuyla ve hızıyla işlenseydi daha çok puanı hak ederdi. Diğer alternatif de ‘Blink Twice’ın dizi olarak çekilmesi olurdu; böylece gerilim, tiksinti, öfke gibi duyguları izleyicide oluşturabilmek için Kravitz’in daha çok zamanı olurdu. İşlenebilecek çok fazla fikir de (mesela istismar döngüsü, iptal kültürünün güçlü erkeklere işlememesi, rıza kavramının kayganlığı) es geçilmemiş olurdu. (Filmin diğer temalarından olan hafıza, travmaları unutabilmek, bilimsel gelişmelerin etik boyutu, gücün kötüye kullanımı gibi unsurların daha sağlam işlendiği bir öneri isterseniz adresiniz, yine Prime’da yayınlanan ‘Homecoming’.)
Diğer açıdan bakarsak yükseltil(e)meyen gerilim bir avantaj da sağlıyor. İnsanın kendisini istemediği ortamlarda buluşunu, basiretinin bağlanmasını ve o durumdan çıkamamasını, bir nedenle etraftaki tuhaflıkları görmek istememesini gündelik hayattaki doğallığıyla izliyoruz bu sayede. Buram buram kötülük kokmamasına rağmen şeytani kötülükler barındıran insanların ve ortamların her yerde olduğunu anımsıyoruz.
Özetle senaryo yükünü E.T. Feigenbaum ile paylaşmasına rağmen Zoë Kravitz, ilk yönetmenliği olduğu için tüm iddiasını ve enerjisini kameraya vermiş diyebiliriz. Başarılı bir yönetmen olacağı kesin. Filmi hem bu açıdan hem de ABD’de ardı ardına patlayan (ve yalnızca ABD’yle sınırlı olmadığını bildiğimiz) skandalların bir uyarlamasını açık açık göstermesi nedeniyle listenize almanız gereken ‘Blink Twice’ Prime’da.
YÜKSELMEK İÇİN NE KADAR ALÇALIRDINIZ?
Apple Cider Vinegar
Yine gerçek olaylardan uyarlanmış bir yapım var karşımızda: Netflix’ten mini dizi ‘Apple Cider Vinegar’. Dizi, ölümcül beyin kanserini ‘wellness’ yöntemleriyle iyileştirdiğini iddia eden Avustralyalı sosyal medya ünlüsü Belle Gibson’ı konu alıyor. Yarattığı ilhamsa koca bir balondan ibaret. Dizinin yaratıcısı Samantha Strauss bu olayı işlemek için ‘The Woman Who Fooled The World’ (Dünyayı Kandıran Kadın) kitabından esinlenmiş.
Sosyal medyanın karanlık yüzü bu kadar meşru şekilde her yerimizi kuşatmadan önce, 2010’ların başında bu açığı yakalayan Belle Gibson, kanserle mücadelesini belgeleyerek büyük bir üne kavuşmuştu. Bu süreçte, aynı hastalığa sahip bir başka sosyal medya ünlüsü Milla Blake ile arkadaş olmuştu. Ancak bu tanış ikiliyi bir dayanışmaya değil, rekabete götürmüştü. En fenası ise Belle’in aslında kanser olmamasıydı!
Uzman kontrolünde faydalanabileceğimiz tamamlayıcı tıp, sağlıklı beslenme ve egzersiz bu gibi kişilerin elinde bir oyuncak malum. Bu tehlikeli oyuncağı başkalarının hayatını riske atmak pahasına kullanan, ün için gerçek hastaların tıbbi tedaviyi reddetmesine neden olan umut istismarcısı Belle’in bir de The Whole Pantry adlı bir sağlık uygulaması ve yemek kitabı varmış.
Takip ettiklerimizi gözden geçirme zamanı!
Belle Gibson bir şarlatan mıydı yoksa gerçekten hasta olduğuna inanan biri mi, bundan bağımsız olarak dizinin verdiği mesajlar açık. Güvenmediğiniz kişilere sağlığınızı emanet etmeyin, bunun için de zaten herkese güvenmeyin. Ancak bunun altında köşeyi dönmek, kendi imparatorluğunu kurmak, başkalarının üzerine basarak yükselmek üzerine kurulu girişimcilik kültürü yatıyor.
Dizide bunların dışında dezenformasyon, insanların kime neden güvenmeyi seçtiği, rekabetle şekillenen yaşamlar, gazeteciliğin motivasyonu gibi temalar da mevcut, ancak bunlar derinlemesine değil, ilgi çekici olması için skandalvari ve yüzeysel işleniyor. Ama bu bizlerin konu üzerine kafa patlatmasına engel değil.
Dizide Belle Gibson’ı canlandıran Kaitlyn Dever’ı ‘The Last of Us’tan biliyoruz. Dizinin yaratıcısı Samantha Strauss, aynı zamanda, Prime’da yayınlanan ve başrolünde Nicole Kidman’ın yer aldığı ‘Nine Perfect Strangers’ın senaristi. (Orada hikâye bir sağlık merkezini konu alıyordu, yani Strauss bu hikâyelere yabancı değil.) Gerçek suçun dolandırıcılık ayağı ilginizi çekiyorsa ve Netflix’te yayınlanan ‘Inventing Anna’yı ya da Disney+’ta yayınlanan meşhur ‘The Dropout’u sevdiyseniz, Netflix’in ‘Apple Cider Vinegar’ dizisini beğenebilirsiniz.