Yükselen yeni otoriter demokrasilerin liderleri genellikle “popülist” diye adlandırılıyor.
Donald Trump da bu popülist liderlerden biri olarak bir kez daha Amerikan Başkanı oldu.
Bence günümüz popülizminin arka planında 90’lı yıllardan başlayarak yaşadığımız küreselleşme dalgasının doğası yatıyor.
Evet, küreselleşme, özellikle başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya ülkelerinin dünya ticaret sistemine entegre olmasıyla dünya çapında ticareti ve dolayısıyla serveti arttırdı.
Küresel seviyede baktığımızda küreselleşme adıyla anılan aslında “sermayenin serbest dolaşımı” olan dalga, dünya çapında ekonomiyi büyüttü ama bundan dünyada herkesin kazançlı çıktığını söylemek imkansız.
Daha 2000’lerin başında bu konuda araştırmalar ve kitaplar yayınlanmaya başladı, zaten işçi sınıfı çoktan IMF ve Dünya Bankası gibi küreselleşmenin “patronu” gözüken kurumlara karşı ayaklanmıştı; çünkü küreselleşmede kaybedenler Batılı zengin ülkelerin Orta sınıflarıydı.
Batı kapitalizmi kendi müthiş sermayesini biriktirirken kurduğu refah devletiyle işçi sınıfını orta sınıf seviyesine yükseltmişti. Bir fabrika işçisinin ailesiyle oturduğu eve sahip olması, bir otomobilinin olması ve çocuklarını üniversiteye gönderebilmesi neredeyse yerleşik bir hak gibi olmuştu.
Ama derken küreselleşmeyle sermaye sınıfı üretimin daha ucuz yapılabileceği yerlere göç etmeye başladı. Sermaye ve fabrikaları daha ucuza çalışan işçilerin olduğu ülkelere rahatça gidiyordu, çünkü uluslararası ticaretin serbestleşmesi, yani gümrük vergisi oranlarının düşmesi sayesinde orada yapılan üretimi ülkeye ithal etmek ülkede üretmekten daha ucuz hale gelmişti sermaye sahipleri için.
Trump’ı iktidara getiren işte o işçi sınıfı veya eski orta sınıf öfkesi. Kaybettikleri hayat tarzlarını, eski konumlarını geri istiyor Amerikan işçileri. Ve bu hayatı onlardan çaldığını düşündükleri herkese karşı da öfkeliler.
Benzer hareketler Almanya’da, Fransa’da, her yerde yükseliyor. Öfkeli kalabalıklar kaybettikleri refahlarını sağlayacağını düşündükleri popülistlere oy veriyor.
Peki ama Trump kendisini seçen bu kalabalık kitleye istediklerini, yani eski saygınlıklarını, toplumsal statülerini ve en önemlisi refahlarını geri verebilir mi?
Vermek istediğine kuşku yok. Ama bunun için seçtiği yöntem tartışmalı.
Trump, seçim kampanyası döneminden beri kendine Amerikan başkanlık tarihinden bulduğu bir kahraman olan eski başkan William McKinley’i anlatıp duruyor. McKinley, iki dönem başkanlık yapmış bir isim (ama ikinci döneminde bir suikaste kurban gitti).
Amerika’nın derin bir ekonomik bunalım yaşadığı 1896’da ilk kez başkan seçildiğinde gümrük vergilerini çok yükseltmiş, bu da daha yakın zamanda iç savaştan çıkmış olan Amerikan ekonomisinde bir patlamayı beraberinde getirmiş. Porto Rico, Guam ve Filipinler’i Amerikan topraklarına katmış, Küba’yı bağımsızlık vaadiyle almış. Hawaii’yi ilhak edip Amerika’ya eklemiş.
Trump’ın kendine örnek aldığı başkan bu. Fakat o başkan da yüksek gümrük vergilerinin bir noktada terse döndüğünü fark edip vergileri indirmeye başlamıştı aslında, sonra öldürüldü.
Bu yüksek gümrük vergileri, dünyanın kapitalizm öncesi dönemden kalma, iktisat tarihinde “merkantilizm çağı” olarak adlandırılan dönemden kalma bir uygulama. 16. yüzyıldan Adam Smith’in meşhur fikirleriyle oluşturulan modern kapitalizm ve uluslararası ticaret teorisi dönemine kadar geçerli oldu.
500 yıl önce, dünya üzerindeki paylaşılabilir servetin sabit olduğu varsayılırdı. Dolayısıyla uluslararası ticaret de bir tarafın kazandığı diğer tarafınsa kaybettiği bir oyundu. Adam Smith, o servetin sabit olmadığını, büyüyebileceğini, bu oyunun kazan-kazan şeklinde oynanabileceğini söyleyene kadar uluslar uygulayabildikleri en yüksek gümrük vergilerini uygulayarak ithalat yapmaktan kaçınmaya çalışırdı.
Tabii herkes ithalattan kaçınırsa siz malınızı nereye satacaksınız? İşte bunun için de askeri güçler devreye girer, donanmalar bazı uluslara zorla ticaret anlaşmaları dayatırdı. (Osmanlı’nın verdiği kapitülasyonlar hep gümrük vergilerine ilişkindi, Batılı güçlerin malları Osmanlı’ya neredeyse gümrüksüz girerdi.) Merkantilizm buydu.
İşte Trump’ın kendisine oy veren Amerikan işçi sınıfını yeniden eski statüsüne yükseltmek için bulduğu formül bu 500 yıl öncenin formülü. Yüksek gümrük vergileriyle ithalatı kısıtlayacak, sermaye malını satabilmek için mecburen Amerika’ya gelecek ve fabrika kuracak, böylece o işçi sınıfı yeniden yükselecek. Planı bu.
Peki bu plan işler mi? Evet, bazı endüstrilerde mutlaka işler. Mesela otomobil fabrikaları Kanada ve Meksika’dan Amerika’ya geri gelmek zorunda kalabilir. Ama bu fabrikalar rekabetçi olmak zorunda olduklarından Amerikan işçisine eski yüksek ücretleri ödeyemez, ödemeye kalksa araçlarını satamaz.
Daha önemlisi şu: Ya Amerikalı tüketici yüksek gümrük vergileri nedeniyle yükselecek enflasyona ya da daha az ürün çeşitliliği bulacağı süper marketlere razı olur.
Meksika’dan avocado gelmezse ya 12 ay bu meyveyi tüketemez ya da çok daha pahalıya satın alır örneğin Amerikalı tüketici. Güney Kore’nin Samsung televizyonları için de aynı şey söz konusu olur, başka ürünler için de.
Gerçek şu ki, Amerikan işçi sınıfını 1950-80 arasındaki statüsüne kalıcı biçimde geri yükseltmenin hiçbir yolu yok.
Amerika’nın çoğu üniversite mezunu olmayan bu kalabalık sınıfını bilgi ekonomisinin bir parçası yapması da zor. O yüzden bu kalabalığın memnuniyetsizliği Trump’tan sonra da devam edecek büyük olasılıkla.
Dünyamız zaten çok zor bir dönemden geçiyordu; Donald Trump’ın varlığı o zorlukların en kristalize olmuş hali, sembolü gibi neredeyse.