Borderline Zamanlar
21 Şubat 2025

Bu metnin iddiasını en baştan söyleyerek söze gireyim. Artık narsistik değil, belli bir süredir  B o r d e r l i n e  bir dünyada yaşıyoruz. Dünya üzerinde yaşayan hiçbir toplum, topluluk, hiçbir ülke, hiçbir millet ve doğal olarak tek bir insan bile bu illetten azade değil artık. 

Nasıl ki Freud’un psikoterapi denen şeyi handiyse icat ettiği zamanlar  h i s t e r i  çağıysa ve aşağı yukarı cinsel devrim sonrası dünya  n a r s i s t i k  bir çağa girdiyse artık bu metinde açıklamaya çalışacağım nedenlerle 21. yüzyılın ilk çeyreğinde  B o r d e r l i n e  z a m a n l a r d a  yaşıyoruz. 

Moderniteyi belirleyen kavramlar olan aydınlanma, birey olma, özgürlük, evrensel değerler neredeyse tamamen tedavülden kalktı ama Orta çağ ve öncesinde olduğu gibi, tapılan bir Tanrının ve onun dünyadaki temsilcisi kilise, cami ya da sinagoglarda oturan din adamlarının hayatın nasıl yaşanacağıyla ilgili kuralları belirlediği zamanlara da geri dönmedik, dönmeyeceğiz. 

Ortada bırakılmış, dünyada  t e k  b a ş ı n a  kalmış insanın çaresizliğini suistimal edip, onun bir süre daha kendinin ve hayatın hâkimi hissetmesine izin veren, gelmiş geçmiş en kötücül ve tehlikeli ideolojilerden biri olan  p o s t m o d e r n i z m i n  mottosu  a n y t i n g  g o e s ’ l a  oyalanmış insan artık ne özgür, ne aydınlanmış durumda ve dolayısıyla ne de belli evrensel değerlere sahip bir  k i ş i .  

Her türlü sınırın belirsizleştiği, hatta ortadan kalkmış olduğu, neye değer vereceğimizi bilmediğimiz, kendimizi aciz hissettiğimiz, neden olduğunu bilmediğimiz global bir korku imparatorluğunda, kendimize, ötekine, hayata, dünyaya yabancılaştığımız, benliklerimizi, vücûdlarımızı hissedemediğimiz, yaşamaya anlam bulamayarak dehşetle kaygılandığımız, geleceğin nasıl olacağını bilemediğimiz gibi, geleceğin olup olmadığından da emin olamadığımız  B o r d e r l i n e  zamanlardayız artık. 

Kendine muhafazakâr diyenlerin hiçbir şeyi muhafaza etmeye gayret etmediği, kendilerine özgürlükçü deyip değişime açık olduğunu iddia edenlerin her türlü ilişkide aşırı tutucu davrandığı,  k o m ş u n u   s e v  sözüyle başlayan kutsal kitaba el basarak yemin edenlerin komşu ülkelerde yaşayanlara asalak, parazit muamelesi yaptığı bir dünyada, kazancının kırkta birini zekat olarak yoksullara dağıtması gerektiğini söyleyen kutsal kitaba inananların, yanlarında çalışanların açlık sınırında yaşamasına aldırmadığı bir dünyada, fikir özgürlüğünü savunduğunu iddia eden sosyalist ülkelerde bu görüşe katılmayanların sürüldüğüne, deli diye akıl hastanelerine kapatıldığına, hatta öldürüldüğüne tanık olduğumuz bir dünyada kafası karışık bir gencin, “Seni deli gibi seviyorum!” diyerek karşısında gözyaşı döktüğü sevgilisini Instagram’da tanıştığı biriyle o gece aldatmasına nasıl ve neden şaşıralım ki?

Birkaç yıl önce yurtdışında üniversite öğrenimi gören iki gencin, tatil için Türkiye’ye dönüş yolunda, bilinmez hangi akla uyarak Yahudi katliamının simgesi olan Auschwitz kampına uğradıklarını ve orada herkesin ortasında Nazi selamı verdikleri için neredeyse bir haftalarını göz altında geçirdiklerini belki bazılarımız hatırlar. Bunu da çok normal bulmuştuk o zaman. Bazı şeyler bazı yerlerde yapılamaz, aslında hiçbir yerde yapılmamalı elbette. Ama sınır ihlalinin cezalandırılmasının çok normal olduğu durumlar vardır. Yoksa Rousseau’nun dediği gibi, toplum olmak mümkün olmaz. Ama bu iki cahil gencin yaptıkları densizliğin bedelini ödemesinin çok normal olduğunu düşünüyorsak, ABD seçimlerinde Trump’ın seçilmesini en çok destekleyen ve dünyanın en zengini olduğunu bildiğimiz Elon Musk’ın kutlama konuşması sırasında Nazi selamı vermesi üzerine hemen iki polisin gelip Musk’ı kelepçeleyip götürmesini beklemek çok mu saflık oluyor? 

Eğer bu beklentimiz gerçekleşmiyorsa, sınırların var olduğundan nasıl bahsedebiliriz?  S ı n ı r l a r  v a r d ı r  ama gücü elinde tutanlar için geçerli değildir – mi?  A h l â k l ı  o l m a k  zorunludur ama güçsüzler için geçerlidir – mi? 

Normu gücü elinde tutanlar belirler, ahlâk kurallarını da. Sınırlar da güce sahip olmayanlar için vardır ama bu arada sınır dediğimiz şey her an değişebilir. Bu nedenle güçsüz olan devamlı gözünü açık tutacak ve ona belirlenen alanın dışına çıkmamak için gayret gösterecek. Sınırları kimse ona doğrudan dikte etmese de o sınırlarını aşmamak konusunda yine de dikkatli olacak. Ne de olsa kendinden sorumlu bir bireydir o. 

Postmodernizmin çok zekice söylediği gibi her şey mümkündür,  m u t l a k  g e r ç e k l i k  yoktur, o gün için geçerli gerçeğin, senin gerçeğinin ne olduğunu da güç kimdeyse o belirler. O zaman ben sabah beni göklere çıkartan ama akşam arkamdan konuşup beni yerin dibine sokan ve söylediği yalanlarla beni insanların gözünde rezil etmeye çalışan haset dolu kişiye nasıl olur da  B o r d e r l i n e  deme hakkını görebilirim kendimde? 

Peki, içinde bulunduğumuz  g e ç m o d e r n  zamanları neden  B o r d e r l i n e  olarak tanımlıyorum?

J. J. Rousseau, ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ adlı kitabında şöyle der: “Bir toprak parçasının etrafını çevirip o sınırlar içinde kalan yerin kendisine ait olduğunu söyleyen ilk insan ve onun söylediklerine inanıp bunu kabul eden diğer insanlarla birlikte toplum denen şeyin temeli atılmıştır.” “Oysa,” diye ekler, “Biri çıkıp da, ‘Yalancı, öyle şey olur mu?’ diye bağırsa ve toprağın verdiği bütün meyvelerin hepimize, toprağın kendisininse hiçbirimize ait olmadığını haykırabilse ne bu kadar suç, ne bu kadar savaş, ne de bu kadar cinayet ve katliam olurdu.” Elbette Rousseau da, bu söylediklerinin nafile ve bu söylediklerinin gerçekleşmesi için artık çok geç olduğunu biliyordu. Bu nedenle onun meselesi bütün sınırların tekrar ortadan kalkması değil, eşitsizliğin mümkün olduğunca azalması için sınırların nerede çekileceğiydi. Eşitsizliğin bir miktar daha az olduğu bir toplumun ancak böyle mümkün olduğunu düşünüyordu. Sınır çizgisini belirleyebilmek bir toplumun devamını sağlayan, toplumu ayakta tutacak olan  t e k n i k  b e c e r i d i r .  Bu insanlar arasındaki ilişkiler için de aynen geçerlidir. Ama bu aynı zamanda, Rousseau’nun da belirttiği gibi insanların kaçınılmaz olarak kendilerine ve diğerlerine  y a b a n c ı l a ş m a s ı y l a  sonuçlanır. 

Böyle bir durumda, bu yabancılaşma nedeniyle giderek yalnızlaşan insana kendisinden başka kimse kalmaz, artık kendisiyledir ve mutluluğu da kendi başına ötekiler olmadan aramak zorundadır. İnsanın kendi başına kalması, kendisinden başka kimsenin olmaması onu zorunlu olarak bir  k e n d i n i  b e ğ e n m i ş l i k  tuzağına götürür. Görülmek ister, görülmeye ihtiyaç duyar. Bu durumda kendini içine kapattığı sınırlara doğru gitmek, etrafına ördüğü duvarın ardından görülebilmek için çabalamak zorunda kalır.  S ı n ı r d a  g e z e n  birine dönüşür zamanla, sınırın ötesindekilere muhtaç, duygusal olarak aç birine. O artık bir  B o r d e r l i n e ’ d ı r ,  diğer bütün insanlar gibi. 

***

Şimdi üç yüz yıl zıplayıp günümüze gelelim. Diyelim ki, süpermarkette alışveriş arabasını itiyor, bir süre sonra mülkiyetime geçecek malzemelerle koridorlarda dolaşıyorum ve ardından kasaya yöneliyorum. Kurallara uyarak kuyrukta bekliyorum, sabırsızlık göstermiyor ve önümdekilerin, kasiyer kızın yavaşlığına söylenip içimden küfretmiyorum. Sınırlara riayet ediyorum. 

Sıra bana geliyor ve sakin sakin alışveriş arabasındaki malzemeleri kasanın önündeki banda yerleştiriyorum. Arabadaki her şeyi banda yerleştirdikten sonra arkama bakıyorum ve başka birisinin daha alışveriş arabasını boşaltmaya niyetlendiğini görünce, kasanın yanındaki o  ş e y e  uzanıp arkamdaki yabancının banda koymaya niyetlendiği, benim olmasını istemediğim malzemelerin, benim mülkiyetime geçmek üzere olan malzemelerle karışmasını önlemek için bir  s ı n ı r  ç i z g i s i  oluştursun diye o  ş e y i  aralarına koyuyorum ve rahatlayarak derin bir nefes alıyorum. Artık benim mülkiyetime geçecek olan malzemeleri belirlemiş ve sorumluluklarımın sınırını da çizmiş oldum. Başkasının mülkiyetine geçecek olan şeylerin ücretini ödemek zorunda değilim. Bunu, konuşmadan, kelimelere baş vurmak zorunda kalmadan arkamdaki insana ve kasiyere de iletmiş oldum. Onlarla muhatap olmadan yapıp ettiklerimle  t e k i n s i z  bir durum oluşmasını engelledim ve güvenliğimi sağladım. 

O  ş e y i n  Türkçede bir adı var mı bilmiyorum ama Almanlar elbette o  ş e y e  bir ad vermişler:  A b s t a n d h a l t e r .  Yani mesafe koruyucu, tutucu. O  ş e y  çok önemsiz gibi gözükse de, oraya buraya rastgele konuyor olsa da,  b e n  ve  ö t e k i  arasındaki sınır çizgisini çekmekte ne kadar önemli olduğu gerçeğini  a r t ı k  kabul etmeliyiz. 

O görünmez, önemsenmeyen ama işlevi bu kadar önemli  ş e y e  biraz daha yakından bakalım şimdi. O  ş e y ,  içinde bulunduğumuz geçmodern zamanlarda sayısız farklı alandaki ilişkilerimizin sınırlarını nasıl telaşla ve utangaçça ve pervasızca belirlediğimizi sembolize ettiği gibi, ilişkilenme biçimlerimizdeki hoyratlığın, rastgeleliğin yarattığı panik duygusunu da temsil ediyor ve örtbas da ediyor kanımca. 

X kişisi o  ş e y  sayesinde demonstratif bir şekilde kendisinin, sahip olacağı malzemenin ve sorumluluklarının etrafına bir sınır çizer. Y kişisi ve buna tanık olan Z kişisinin bilgisine sunar bunu. Öte yandan, Y ve Z kişilerine  y a s a k  k o y a n  bir sınır da çizmiş olur böylece. Bu sınır çizme pratiği bir bakıma günümüzde kimliklerin nasıl inşa edildiğinin de göstergesidir. Kendiliğinden, fark etmeden ve hiç de önemsemeden ama derinlerde birçok duyguyu saklayarak, ortaya çıkmasını önleyerek yapılan bu hareket, geçmodern zamanlardaki alışıldık yaşam biçimlerinin iç içe geçmesini önlediği gibi, insanları birbirlerinden koparan bir  e n g e l e  de dönüşür. Çok büyük bedeller ödeyerek hayatların birbirinden ayrı tutulması gerekmektedir. Çünkü geçmodern zamanlarda  k i m l i k  denen şey, bireysellik, edinilen mal mülk ve kazanç, yani  v a r l ı k  üzerinden tanımlanmaktadır. Bireyin kişiliğinin net kontürleri olacaksa kapitalin etrafına, kapıyı içeriye de dışarıya da kapatan  ç i t l e r  çekilmelidir. Parası ödenmeyen hiçbir şey yer değiştiremez. 

Uzun süredir eşit olmayan çıkar ve paylaşım dünyasında, alıcının mülkiyetinin, dolayısıyla kimliğinin ve dolayısıyla  V a r l ı ğ ı n ı n  sınırlarının belirsizleşmesiyle ilgili artan kaygısı ve hatta korkusu söz konusudur. Öyleyse o şeye psikodinamik olarak  v a r o l u ş s a l  bir anlam yükleyebiliriz. Varlığın, varoluşun bekçisidir o  ş e y , Abstandhalter. O şey birbirine ait olmayanları ayrı, içeridekileri bir arada tutar. Borderline kişi o  ş e y i  nereye koyacağını bilemeyen, bunu öğrenmemiş, kendisini kaybolmuş hisseden kişidir işte. Zaman zaten Borderline zamanlardır. Hiç kimsenin hiç kimseye sabrı olmadığı gibi, toplumların da diğer toplumlara sabrı kalmamıştır. 

Kimsenin kimse için zamanı da yoktur. Gülten Akın’ın dediği gibi, “Kimsenin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya.” Hayat artık böyledir. Herkes herkese yabancı, herkes herkese düşman, kimse kendini bile tanımaz, kendisinin kim olduğunu, bu hayatta ne istediğini, neye ihtiyaç duyduğunu bilmez haldedir.  Yakınlık suistimale uğrama tehlikesi içerirken, mesafelilik de yabancıların olası saldırıları nedeniyle tehlikelidir. Genelde dünya ve özelde Türkiye’ye hâkim zamanlar Borderline zamanlardır. 

Nietzsche’nin dediği gibi zaman, üzerinde hiç düşünülmeden doğru diye kabul edilen bütün değer yargılarını yıkıp  y e n i  d e ğ e r l e r  yaratmanın, doğrusu  e v r e n s e l  d e ğ e r l e r i  anımsamanın zamanıdır sanki.

ÇOK OKUNANLAR