Robert de Niro’nun dizisi başladı: Müthiş bir siyasi polisiye
21 Şubat 2025

BİZE OPERASYON ÇEKİYORLAR!

Zero Day

ABD yapımı politik dramları sevenlere Netflix’in bir sürprizi var: ‘Zero Day’. Sürpriz yalnızca türün tutkunlarına değil. Hollywood’un efsane isimlerini de dijital platformlarda görme furyasında Robert De Niro ‘Zero Day’in ana karakteri olarak karşılıyor bizi. Kendisini altı bölüm boyunca izleme fırsatını kim kaçırmak ister?

De Niro dizide her iki siyasi kanadın da sıcak baktığı, halkın tüm kesimlerinin sevip saydığı, tarafsızlığıyla ve güvenilirliğiyle bilinen eski bir ABD başkanını canlandırıyor. Eski başkan Mullen emekliliğinin tadını çıkarırken bir de otobiyografi kitabı yazmaya çalışıyor. Derken ülkede bir kaos patlak veriyor ve Mullen’ın tek derdi kitabını bitirmek olmaktan çıkıyor.

Bu kaosun nedeni bilgisayar sistemlerinin ele geçirilmesi. Tüm elektrik sistemlerinin de bir dakika boyunca çökertildiği bu saldırı internete girememekten daha fazlasına neden oluyor. Metro hatları yolcu taşırken kesiliyor, trenler çarpışıyor, ölenler oluyor. Bu siber saldırının hemen öncesinde tüm vatandaşların telefonuna aynı mesaj gidiyor: “Bu tekrar gerçekleşecek”. Neyin, ne zaman ve kim tarafından tekrarlanacağı konusundaysa ABD’nin mevcut başkanı Mitchell’dan (Angela Bassett) siber güvenlik ekiplerine, kimsenin en ufak fikri yok.

Eski başkan Mullen devreye burada giriyor. Saldırı tekrarlanmadan halkı sakinleştirmek için sahaya inmesi, herkesin güvendiği isim olarak birleştirici mesaj vermesi isteniyor. Bu mesajlara aşinayız: Dış güçler, bizi kıskanıyorlar, birlik olma zamanı. Mullen’ın iyi niyetli konuşması işe yarıyor, ancak bu vesileyle kendisini politik bir tuzak mı yoksa samimi bir ihtiyaç mı belli olmayan bir teklifin göbeğinde buluyor: Başkan Mitchell, 11 Eylül’de bile görülmemiş güvenlikçi bir uygulamayı devreye sokmak için komisyon hazırlıyor ve başında da Mullen’ın bulunmasını istiyor. Buna göre komisyon her an, herkesi istediği şekilde tutuklayabilecek.

Ailenin dramı da politik

İşin bu noktasında da devreye başkanın kızı Alex (Lizzy Caplan) giriyor ve babasına bu uygulamanın diktatörlere yaraşır olduğunu, işler yolunda gitmezse günah keçisi ilan edileceğini hatırlatıp onu vazgeçirmeye çalışıyor. Baba-kız arasındaki ilişkide iplerin gergin olduğunu da fark ediyoruz ve ilk bölümün ardından aile içi meselelere de dalmayı dört gözle bekliyoruz. Öncesinde zaten Mullen ve eşinin bir çocuklarını kaybettikleri göz önünde bulundurulursa deşilecek çok şey var. Çocuğu dışında Mullen’ın bir de kaybettiği bir arkadaşı var ve bu hatıranın onu avladığını hemen anlıyoruz. Tüm bu travmatik olaylardan ötürü de merak ediyoruz: Mullen bir şey mi saklıyor, aklı mı gidip geliyor, yoksa manipüle mi ediliyor?

Robert de Niro dışında yüzümüzü güldüren diğer oyuncu Lizzy Caplan’ı, gençliğinde ‘Mean Girls’le (Kötü Kızlar) tanıyanlardansanız yalnız değilsiniz. Jesse Plemons ve Joan Allen gibi isimlerin de yer aldığı ‘Zero Day’, ABD temalı politik dram sevenlerin kaçırmaması gereken bir mini dizi olarak Netflix’te.


BİR YANKESİCİ VE BİR BOKSÖR BİR GÜN BİR BARA GİRMİŞ…

A Thousand Blows

Suç çeteleriyle ilgili yapımları sevenler ve bu çetelerin maçoluğundan bıkanları ortak paydada birleştirecek bir diziyle geldik: Disney+’tan ‘A Thousand Blows’. Yalnızca bu iki grup değil, tarihî dramları ve biyografik yapımları sevenler de gelsin! Suç çetesi dediysek bu dizide mafya yok. Bizim izleyeceğimiz, 19. yüzyıl Londra’sında sadece kadınlardan oluşan, yankesicilik ve lüks mağaza hırsızlığı yapan Forty Elephants çetesi ve başındaki Mary Carr.

Dizinin diğer ayağı da yine gerçek bir kişi üzerinden ilerliyor: Jamaika’dan gelen genç boksör Hezekiah Moscow. Dizinin yaratıcısı Steven Knight aslında önce, aslan terbiyecisi olmak için Jamaika’dan Londra’ya gelen Moscow’un hikâyesine göz koymuş, ancak araştırmaları onu Mary Carr’ın kadınlardan oluşan çetesine yönlendirmiş. Bu birbirinden alakasız iki kişinin yolu kesişseydi ne olurdu, işte dizinin yaratıcısı Knight bunun peşine düşüyor.

Kendisi sevilen dizi ‘Peaky Blinders’ın da yaratıcısı olduğundan dönemi ve coğrafyayı muntazam yansıttığından şüphe duymayacağınızı düşünüyoruz. Arka planda kasvetli ve gri-kahve sokaklar, ön planda Viktorya döneminin asil kıyafetlerinin renkleri derken görsel şöleni garantiliyoruz.

Hayatta kalmak zor iş!

Dizi, boksör Moscow (Malachi Kirby) ve arkadaşının yeni ayak bastığı Viktorya dönemi Londra’sıyla açılıyor. Mary Carr (Erin Doherty) ve çetesi ise o sırada mesaide, yankesicilik yapıyor. Moscow ve Carr’ın yolları bir barda kesiştiğinde Carr, bu genç yeteneği fark ediyor ve maharetlerinden faydalanabileceğini düşünüyor.

Aslında bu bar yasa dışı dövüşlerin yapıldığı bir mekân. Moscow’ın yolu burada Carr dışında biriyle daha kesişiyor ve hayatı değişiyor: Londra’nın ünlü boksörlerinden Henry ‘Sugar’ Goodson’ (Stephen Graham). Moscow kendini bu ünlü boksörün karşısında bulunca rekabet sadece ringde sınırlı kalmıyor. Boks dünyasından sokaklara taşan bu gerilim, insanların güç elde etmek için ne kadar ileri gittiğini de gözler önüne seriyor. Goodson’ı canlandıran Stephen Graham’ı ‘Peaky Blinders’tan, Mary Carr’ı canlandıran Erin Doherty’yi ise ‘The Crown’dan bilenler çıkar.

Gerçek hayatta belki de karşılaşmamış olan bu karakterlerin hikâyeleri birbirine öyle iyi yedirilmiş ki asıl karşılaşmamış olma ihtimaline inanmak güç. Suç dramalarını, dönem işlerini, sert gerçekçi yapımları sevenler o meşhur ifadeyle nefes kesici bir deneyim yaşamak için zaman kaybetmeden Disney+’ta taze yayınlanan ‘A Thousand Blows’a koşsun.


LÜKS BİR ÖLÜM

The White Lotus / 3. Sezon

2021’de yayınlanan ilk sezonuyla geniş kitlelerce sevilen bir dizi haline gelen ‘The White Lotus’ üçüncü sezonuyla döndü ve BluTV’de müdavimlerini bekliyor. İzlememiş olanlarınıza diziyi gizem, komedi, dram karışımı olarak tanımlayabiliriz. Öncelikle katil kim temalı (who-dun-it) hikâyeleri seviyorsanız adresiniz burası. Daha spesifik olmak gerekirse ‘The White Lotus’ lüks mekânda gerçekleşen ve zenginlerin şüpheli olduğu cinayet temalı yapımlardan. ‘Bıçaklar Çekildi’ (Knives Out) ve ‘Murder Mystery’ gibi yapımları sevdiyseniz arka plana tropikal ve cennetsi bir tatil köyünü koyarsanız hayal etmeniz kolaylaşır.

Her sezonu ayrı bir cinayete odaklanan dizide karakterler de değişiyor, çünkü müşteriler değişiyor. Arada bir eski sezonlardan gördüğümüz karakterlere rastlasak da bir sezonun diğeriyle bağlantısı olmadığı için bunun pek önemi yok. Sabit kalan tek şey The White Lotus, ama üç sezonda da farklı şubelerine gidiyoruz. Yine de benzer hikâyeleri izliyormuşuz hissine kapılıyoruz, çünkü şablon aynı: Müşterileri memnun etmek için çırpınan, belli sosyokültürel çevrelerden veya etnisitelerden gelen çalışanlar ile alabildiğine kaprisli, çoğunlukla beyaz zengin müşteriler.

Bu noktada dizinin cinayetle ilgili olmaktan ziyade sınıfsal bir hiciv barındırdığını fark ediyoruz. Her sezonda bu müşterileri bir belgesel, daha doğrusu bir ‘vlog’ izliyormuşçasına yakın takibe alıyoruz. Aile içi dinamiklerine, küçük kaprislerine, samimiyetsiz ilişkilerine ve birbirlerinden sakladıklarına odaklanırken aslında cinayetin bir hafta öncesini izlediğimizi unutuyoruz. Dizi bize daha ilk sahnelerde cennette yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu göstermemişçesine ya manzaranın ya da zenginlerin dertlerinin içine çekiliyoruz.

Arınmaya gelmiştik!

Üçüncü sezonda Tayland’dayız ve bu seferki şube tatil köyünden ziyade ‘wellness’ odaklı bir merkez. Telefon da dâhil elektronik eşya kullanımının önerilmediği, her anlamda detoks vadeden bir yer. Arınmak için başka neye ihtiyacımız olur ki – bir de durduk yere ölmek için?

Her sezonu bağımsız izleyebilirsiniz dedik, ancak üçüncü sezondan başlayanlar biraz risk almış olacak. Sezonun henüz ilk bölümü yayınlandı ve onun da temposu diğer sezonların ilk bölümlerinden düşük. Diziyi sevenler buna takılmadan diğer bölümleri bekleyecektir, ama ilk kez izleyecek olanların ikinci bölüme de şans vermesini ya da diğer sezonlara bakmasını öneririz.

Müşteri gruplarımızın biri, üç çocuk ve iki ebeveynden oluşan sevimsiz bir aile. Bir tuhaflık olduğunu hemen sezdiğiniz ailenin babasının ‘Harry Potter’da Lucius Malfoy’u canlandıran Jason Isaacs olduğunu söylemezsek hatırı kalır. Ailecek buraya gelmelerinin nedeni, Budizm’le ilgili tez yazan çocuklarından biri. Dolayısıyla bu sezonun hicvi yalnızca sınıf farkına değil, spiritüelliğe de yönelik.

İlk iki sezonda boy göstermiş Jennifer Coolidge yeni sezonda yok, ama ilk sezondaki otelin spa müdürü Belinda rolüyle Natasha Rothwell bizlerle. Tabii sanat eserinden hallice jenerik ve olağanüstü manzaralar da! ‘İlgi Alanı’ (The Zone of Interest) filminin başrolü Christian Friedel’ı ise buradaki rolünde tanıyamayacaksınız. Senaristi, yaratıcısı, yönetmeni, yani dizinin her şeyi Mike White bizi yine cennetin ortasında huzursuz hissettirmeyi, bir yandan da eğlendirmeyi başarıyor. ‘The White Lotus’ sevimli olduğu kadar rahatsız edici bakışlara sahip maymunlarıyla birlikte BluTV’de.


TİKLERLE YAŞAMAK

Baylen Out Loud

Son olarak BluTV karşımıza Tourette Sendromu’nu konu alan bir belgeselle çıkıyor: ‘Baylen Out Loud’. Belgesel Baylen Dupree adında, Tourette Sendromu teşhisi almış genç bir kadının hayatına odaklanıyor ve nörolojik bir hastalıkla yaşamanın nasıl olduğunu etraflı bir şekilde gösteriyor.

Tourette Sendromu istemsiz tiklerle karakterize olup Baylen’ın durumundaki nadir gruplarda istemsiz küfürlü konuşmaları da getirdiği için kişinin sosyal hayata entegre olmasını da epey zorlaştırıyor. Ama buna gelene kadar Baylen yemek yapmak gibi temel görevleri yerine getirmekte de zorluk yaşayabiliyor; çünkü bu istemsiz tikler örneğin bıçak kullanırken ortaya çıktığında hayati tehlike yaratabiliyor.

Belgeselin en önemli yönü bu sendromla yaşamayı hafif ve eğlenceli bir tonda anlatması. Baylen ve ailesi bu duruma çoktan alışkın olduğu için bizi gündelik hayatlarına, olayları dramatize etmeden dâhil ediyorlar. Hayatın içinde eğlence kadar dram da olduğu için elbet Baylen’ın yaşadığı kimi zorluklarda onunla duygulanıyoruz, ancak çok kısa süre içinde Baylen’ı izlerken onu yıllardır tanıyor, tiklerine de aşinaymışız gibi hissediyoruz.

Gündelik hayat ne kadar zor olabilir?

21 yaşındaki Baylen’ın tek özlemi ‘normal’, yani günlük işlerinin tiklerden ötürü sekteye uğramadığı bir hayat sürebilmek. Hedefi ise ailesinden ayrı, kendi ayakları üstünde yaşayabilmek. Kendisi aynı zamanda bir sosyal medya ünlüsü olduğu için onu takip edenler hayatıyla ilgili, örneğin erkek arkadaşıyla ayrı eve çıkma aşamasında olduğu gibi daha güncel bilgilere erişebilir. Ancak belgesel daha kapsamlı ve görece gerçekçi bir bakış açısı sunduğu için bir sosyal medya ünlüsünün hayatını değil, zor bir gündelik hayatı izlemiş oluyorsunuz. Özel durumu olan insanlara dair önyargıları kırabilmek açısından farkındalık yarattığını söylemeye zaten gerek yok.

Genelde insanların merak ettiklerini soramadıkları, ama araştırma zahmetine de girmedikleri için yanlış bilgilere sahip olduğu bu gibi durumlara dair belgeseller oldukça önemli. Fazla bilimsel veya drama dönük olmayan belgeseller, takibi daha kolay olduğu için geniş kitlelere de hitap edebiliyor. Tourette Sendromu’yla yaşamanın zorluklarını kapsamlı olduğu kadar hafif bir üslupla gözler önüne seren ‘Baylen Out Loud’ BluTV’de.

Dünyayı gezdik; kaos, dayanışma, aile bağları ve aşk topladık!Dünyayı gezdik; kaos, dayanışma, aile bağları ve aşk topladık!

ÇOK OKUNANLAR