James Joyce, bilinç akışı ve serbest caz
09 Mart 2025

Cazın gelişimini ve Schoenberg gibi devrimcileri düşündüğünüzde, Joyce’un iç monolog veya bilinçakışı denilen yazı tekniğini bilmemiz işimizi daha kolaylaştıracaktır. 

İlk romanlarında da su içer gibi kolay okunabilecek bir stili olduğu söylenemez ama zaman ilerledikçe Joyce’un üslubu gittikçe daha zor okunabilir, anlaşılamaz olmaya başladı. “Ulysses” oldukça zor bir kitaptı ama en azından sabır gösterildiğinde okunabilecek durumdaydı. Ama zaman geçip “Finnegan’s Wake”i yayınladığında James Joyce sonunda amaçladığını yapmış ve anlaşılmaz olmanın paralel evrenine geçmişti. Bir önceki cümlede “sonunda amaçladığını” dedim çünkü James Joyce’un baştan itibaren anlaşılır olmaktan tamamen çıkmak gibi bir amacı olduğu yolunda şüpheler var. Yazarın bu konuda etrafına söyledikleri biliniyor.

Anlaşılmaz olmak gibi bir amacı olmasa bile ustası olduğu yazı stili anlaşılmayı gerçekten zor kılan bir stildi.

İç monolog veya bilinçakışı denilebilecek edebi stil, yazara ele aldığı kişinin o andaki iç düşüncelerini, kendisiyle iç monoloğunu okuyucuya aktarma imkânı sunan ve döneminde edebiyatta modernin bir göstergesi olan stildi. Kişinin o andaki iç düşünceleri ve iç monoloğu caz sanatçısının doğaçlama çalmaya geçtiği andaki ruh haline benzer.

Tabii insanlar kendi kendilerine düşünürken imla ve mantık kurallarına dikkat etmek zorunda olmadıklarından, iç monolog stilinde yazan yazar da romanında kendisini imla kurallarına, cümlelerin iç düzenine, mantık kurallarına dikkat etmek zorunda hissetmiyordu. Böylece, bu stil doğrultusunda Joyce anlaşılması olanaksız sayfalarca cümleyi yazmak imkânını buluyordu. Ulysses’i, Finnegan’s Wake’e göre daha anlaşılır kılan özellik, muhtemelen çoğunluğunun gündüz vakitlerinde geçmesiydi. Gündüz saatlerinde insanların iç monologlarının daha mantıklı olması gerektiğinden Ulysses biraz olsun anlaşılabilirdi. Finnegan’s Wake ise gecelerin romanıydı. İnsanların rüyalarında kurabileceği türde iç monologlar aktarıldığından ve rüyalarda tüm mantık kuralları altüst olabildiğinden Finnegan’s Wake’deki iç monologların anlaşılabilmesi hemen hemen imkânsız hale gelmişti. Joyce bu romanında neredeyse yeni bir dil icat etmişti. Buna, rüyaların özel dili de diyebilirsiniz.

Şimdi baştan hemen söyleyeyim; Joyce elbette büyük hatta dahi bir yazardı. Sonuçta bizlere daha hâlâ  tartışabildiğimiz eserler bıraktı. Ama dehası büyük olan her insanda olabileceği gibi Joyce da normalin sınırlarını zorluyordu. Kimseye deli diyecek değilim. Bu hem benim uzmanlık alanım değil hem de yaratıcı yazan bir yazara hemen deli demek ilke olarak bana pek doğru gelmiyor. Hayatı boyunca tımarhaneye kapatılmış olsaydı bile ben James Joyce gibi büyük bir yazara deliydi diyebilmeyi de kendime yediremem. Bütün bunlara rağmen ortada yine de bir sorun olduğunu söylemeliyim.

William Butler Yeats, özellikle otobüsle evine giderken arada bir yaratma translarına girerdi. Gözünü hiç kırpmadan bir noktaya diker ve eliyle de bir tempo tutardı. Görenleri hayli korkutacak bir görüntüydü bu. Yeats’in kızı babasının bu yaratma translarını bildiğinden, onu bir gün otobüste bu halde görünce evlerine varıncaya kadar hiçbir şey söylemedi. Ancak evin önüne vardıklarında Yeats kızına dönüp onu tanımayarak, “Buyurun, siz kimi görmeye gelmiştiniz?” diye sormuştu.

Joyce’un durumu hiçbir zaman böyle olmamıştı. Fakat o da akıl sağlığı problemleri hayli fazla olan bir aile ortamındaydı. Annesi kendisini yıpratan hayaller görerek ölmüştü. Joyce’un kızı şizofrendi ve sık hastaneye kaldırılıyordu. Oğlu ise manik depresif bir kadınla evliydi.

Aile ortamının böyle olması Joyce’un da bir problemi olduğunu göstermez tabii ki. Ancak Joyce’un kızını tedavi etmeye çalışan Carl Jung, Finnegans Wake’i okumaya çalıştıktan sonra çevresine “Bu kitaptaki yazı stili bir şizofrenin yazı stiline benziyor,” da demiştir. (Joyce’un kızının hayatını Stanford Üniversitesi hocalarından Carol Loeb Shloss, “Lucia Joyce: To Dance in the Wake” adlı kitabında yazmıştır.)

Yakın çevresine Joyce’un şizofren olabileceğini ima eden Jung’un, James Joyce’a yazmış olduğu mektup da överken eleştirme konusunda tarihe geçmiş bir mektuptur. Carl Jung bu mektubunda, Joyce’a bu kitapla yazar olarak büyük bir iş başarmış olduğunu ve sadece tek bir kitapla onu okumaya çalışan kendisi gibi insanların sinirlerini tahrip etmeyi başardığını söylemişti. Jung ayrıca Ulysses yayınlandıktan sonra onun bir eleştiri denemesini “Europäische Revue” adlı Alman dergisinin Eylül 1932 tarihinde yayınladı.

Yazıda Ulysses’i okumanın kendisini nasıl rahatsız ettiğini söyleyen Jung, yine de Joyce’u yazarlık başarısı nedeniyle övmüştü. İsterseniz bu konuları Robert Demming’in “James Joyce: The Critical Heritage” adlı çalışmasında daha detaylı okuyabilirsiniz

Dehası ve psikiyatriye katkısı açısından, adı Freud ile sıkça bir arada anıldığı için Jung’un Joyce hakkındaki düşüncelerini dikkate almak gerekir diye düşünüyorum.

Freud, edebi değeri yüksek metinler yazma kabiliyetinden dolayı Jung’dan çok daha fazla okunup tanınmış olsa dahi, Jung özellikle toplumların “kolektif bilinçaltını” anlamamız açısından büyük çalışmalar yapmıştır. Freud’un aksine Jung bireyin bilinçaltına konsantre olmamış, bunun yerine insanların tarihten gelen toplumdaki inanışlar, düşünceler ve tavırlardan etkilenip ona göre şekillendiklerini söylemiş ve bu etkileniş sürecini anlamak için kolektif bilinçaltı kavramını işlemiştir. Bu yüzden Jung vaktinin büyük bölümünü insanın deneyimini oluşturan mitolojileri, ilkel inanışları, simya ve okült gibi konuları ve tabii ki rüyaları incelemeye ayırmıştı.

Jung, akıl hastalığının bireyin psikolojisinin toplumun bilinçaltıyla uyumsuz olduğu anda ortaya çıktığını düşünüyordu. Bu yüzden, Jung’a özgü terapi de bireyin psikolojisini toplumun bilinçaltıyla uyumlu hale getirme çabasıdır. Joyce hakkında ne düşersek düşünelim, onun birey olarak psikolojisinin içinde bulunduğu toplumun kolektif bilinçaltı ile uyumlu olmadığını söylemekte herhalde bir sakınca olmamalı.

Ben, elimde bilimsel kanıt olmamasına rağmen Finnegan’s Wake’in yazılabilmiş olmasının bile Joyce’da var olduğuna inandığım ruh sağlığı problemleri ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bunun destekleyecek bir gelişme de, Harvard Üniversitesi’nde tarih ve edebiyat konusunda dersler veren Kevin Birmingham’ın “Joyce’s Ulysses, The Most Dangerous Book” adını verdiği çalışmasında Joyce’un hayatı boyunca frengiden çok çekmiş olduğu tezini ortaya atmasıdır. Bu çalışmada, Joyce’un gözlerinin nerdeyse kör sayılacak düzeyde az görmesinin frengiye bağlı olduğu söylenmektedir. Ayrıca ağır frenginin bazı ruhsal sorunlara yol açma ihtimali yüksek olduğundan, bence Joyce’da bu olasılık da var.

Son olarak iç monologların, bilinçakışlarının her insanda ilginç olabileceğini kabul etmekle birlikte ruh sağlığı pek iyi olmayan bir insanın iç monoloğunun, bilinçakışının çok daha ilginç olacağını söylemek mümkün. Joyce’un yazdığı iç monologların ilginç olmakla birlikte anlaşılmaz olmalarının buna bağlı olabileceğini söyleyerek konuyu şimdilik bitirmek istiyorum.

Düşünce sistemleri tarihinde frengi hastalığının çok önemi bir yeri vardır. Bu çalışma yaratıcı düşünce süreçleri ile ilgilendiğinden, bu hastalığın yaratıcılık ile bir ilgisi olup olamayacağını daima kafamızın bir yerinde tutmamız gerekiyor.

Belki benim cazı anlamak ve yöntemini kavramak yolunda bir iddiam, bir tutkum olduğunu herhalde artık biliyorsunuzdur. Bence, özgür düşünce ve ifade özgürlüğünün en saf hali, kafasındaki temelden yola çıkarak yeni ifade biçimleri ve yeni sesler sunmaya hazırlanan serbest caz sanatçısında görülebilir. Bu yüzden yani özgürlüklerin ve hür iradenin alanı olduğundan, caz benim için çok önemli.

ÇOK OKUNANLAR