Cevat Çapan anlatıyor: Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Güngör Dilmen ve Vedat Günyol’la 1961’de çıkılan Mavi Yolculuk
16 Mart 2025

Gazeteci yazar Haluk Şahin’in ön ayak olmasıyla 2002 yılından beri her yıl Bozcaada’da Homeros Günleri düzenleniyor, şairler şiirlerini okuyor, Homeros ve İlyada destanı yeniden hatırlanıyor. Şair ve evirmen Cevat Çapan’ın da ilk gününden beri destek verdiği bu etkinliğin 2004 yılı konuk şairi Kemal Özer’di.

O yılki etkinlikte Cevat Çapan da müthiş bir anısını katılanlara anlattı. Çapan’ın bu anısı 1961 yılında, sonradan çok moda olacak olan ama o zamanlar ilk seferlerinden biri yapılan Mavi Yolculuk’la ilgiliydi ve yolculukta orijinal “mavi yolcular” tam kadroydu. Çapan’ın bu anlatısının bir de ses kaydı vardı, bu kaydı bunca yıl sonra Sözcükler Edebiyat dergisi 114. sayısında yayınladı. Biz de oradan alıp size sunuyoruz:

***

Haluk Şahin (solda) ve Cevat Çapan, Bozcaada’da.

“Zeus’un bacanakları”

Sabahattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat gibi kişiler, onları hem kitaplarından, hem kendilerini tanıyanlar için her şeyden önce sevgi, saygı yaratan adlar. Ama Türkiye öyle bir yer ki, sevgi, saygı duygularıyla birlikte alay, nefret de hemen bunların peşinden gelebiliyor. Bu gerçeklik duygusunun olmamasından kaynaklanan bir durum. Gerçeklikle yüz yüze gelmekten korkmaktan kaynaklanan bir şey. Bu nedenle işi hemen alaya vurup Sabahattin Eyuboğlu’yla Vedat Günyol’un mitoloji, eski Anadolu uygarlıkları üstüne yazdıkları yazılar yüzünden, onlara “Zeus’un Bacanakları” adını takanlar hemen belirmişti. Ama onlar bundan hiç gocunmuyorlardı çünkü yaptıkları işlerin ve benimsedikleri değerlerin önemine inanan kimselerdi. Seçtikleri yaşama biçimi onları zenginleştiren, onları başka insanlarla daha sağlıklı ilişkiler kurmaya yönelten değerlerdi. Bütün bu insanlar gerçek birer yaratıcıydılar kendi alanlarında. Yazardılar, ressamdılar, öğretmendiler, şairdiler, gerçek insanlardı, güzel insanlardı. Yaşadıkları ülkenin, yaşadıkları dünyanın en olumlu değerlerini görebilen, onları özümseyebilen ve yayabilen insanlardı. Bazıları bunların evlerine tekke diyebilirdi, dergâh diyebilirdi, ocak diyebilirdi. Böyle küçümseyen, alay eden yaklaşımlar da vardı. Bazıları da kendi aşağılık duyguları nedeniyle bu insanları ulaşılmaz insanlar olarak görürlerdi. Oysa onlar her zaman kapıları, gönülleri açık, son derece cömert ve gönlü yüce insanlardı.

Sabahattin Eyüboğlu ve Aşık Veysel

Sabahattin Beyle tanışma

Benim de şansım o insanları çok genç yaşta tanımak oldu. Hem meslek açısından, hem de onların değerlerine yakınlık duyma açısından… Mesela Sabahattin Eyuboğlu ile tanıştığımda iş arıyordum, Yeşilçam’a falan bakıyordum oradan bir iş bulabilir miyim diye. Sordu Sabahattin Bey, sen ne iş yapabilirsin, ne okudun falan diye. İngiliz Edebiyatı okudum deyince, niye üniversiteye girmiyorsun dedi ve beni Edebiyat Fakültesinin dekanıyla tanıştırdı. Ve ben kendimi birden İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde asistan olarak buldum. Orada da çok güzel insanlarla tanıştım, Vahit Turhan, Mina Urgan, Berna Moran gibi. Ayrıca Sabahattin Beyin çevresi ile de tanışmış oldum. Anadolu’nun her rengini kapsayan, kuşatan bir ilgi alanı vardı bu insanların. Halikarnas Balıkçısı Hey Koca Yurt! diye kitaplar yazan biriydi. Mahkûm olarak, sürgün olarak, yazar olarak, rehber olarak bu ülkeyi geçmişiyle, yaşadığı tarihle, birçok olumlu olumsuz yanıyla tanıyan, bilen, seven ve anlamaya, anlatmaya çalışan biriydi.

Her pazartesi Sabahattin Beyin evinde

Birden baktık ki, 1960’ların başlarında Sabahattin Eyuboğlu hem İstanbul Teknik Üniversitesi’nde sanat tarihi öğretmenliği yapıyor, hem de İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde karşılaştırmalı edebiyat dersleri veriyor. Ama bu öyle bildiğiniz beylik öğretmenlerden değildi. Okul dışında, çevresinde, evinde fotoğraf makinesiyle, kayıt cihazıyla gidebildiği her yere gidiyor, götürebildiği her insanı gittiği yerlere götürüyor, tanıdığı her insanla, Âşık Veysel’le, Köy Enstitülerinin öğretmenlerini, öğrencilerini tanıdığı insanlarla tanıştırıyor. Bir sevgi, öğrenme ve anlayış kaynağı olarak ışık saçıyordu çevresine. Öğrenebileceği herkesten de bir şeyler öğreniyordu. Mesela pazartesi geceleri herkese açık bir evdi Sabahattin Eyuboğlu’nun evi. Oraya hem dostları gelir, hem de yanlarında güvendikleri dostlarını getirebilirlerdi. Sofrası açıktı. Her yeni gelene sorardı Sabahattin Eyuboğlu, “Annenden öğrendiğin bir türkü var mı?” diye. Sonra o türkü öğrenilirdi, başka türküler söylenirdi. Tartışmalar yapılırdı, Melih Cevdet varsa kavgalar olurdu. Son derece eğlenceli, öğretici bir meclisti. Bazen İzmir’den Halikarnas Balıkçısı gelirdi, bazen Sivas’tan Âşık Veysel gelirdi, sık sık Ruhi Su gelirdi, Yaşar Kemal gelirdi. Her pazartesi gelenler vardı, kayıtlı öğrenci gibi, bizim gibi öğrenme aşkıyla dolu. Bir de assolistler, konuk sanatçılar gelirdi. Bu toplantılar yalnızca pazartesilerle de sınırlı kalmazdı. Nasıl ki uygun mevsimlerde öğrencilerini Anadolu gezilerine götürüyorsa Sabahattin Eyuboğlu, yazın da birtakım yolculuklar yapılırdı. Bu yolculuklar yalnızca Mavi Yolculuklar da değildi. Yedi Göller’e de gidilirdi, Amasra’ya da gidilirdi. Eğer bir olanak varsa Anadolu’nun görülmeye değer her yerine götürürdü Sabahattin Bey. Oranın ruhunu anlamaya ve anlatmaya çalışırdı.

Halikarnas Balıkçısı

Bozcaada’nın ruhu, Ege’nin ruhu

Böylece bir “yerin ruhu” kavramı ortaya çıkıyor. Bizim burada, Bozcaada’da her yıl yenilediğimiz etkinlik de aslında bir yerin ruhunu keşfetmek, anlamak, o ruhu bütün zenginliğiyle yaşatmaya çalışmak. Haluk Şahin’in buraya geldiğinden beri keşfettiği, hem de dostlarıyla, dost olabileceği insanlarla paylaştığı bir ruh bu. Bozcaada’nın ruhu, Ege’nin ruhu, buradan karşıya Troya’ya bakarak ne yapılabilir, burada neler yapılıyor, kim yapıyor, bunları anlamaya çalışan ve bu çabayı paylaşabilen insanların buluşması bu her yaz yapılan iş. Bunun esin kaynağı Mavi Anadolucular dediğimiz, Balıkçı, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat gibi insanlar olduğu için, ben de onlarla birlikte o yolculuklara çıktığım için onlardan söz etmemi istedi bu sabah.

Bu yolculukların ilk örgütlü biçimde yapılanı 1961’deydi. Daha önce Sabahattin Eyuboğlu, Sabahattin Ali’nin sağlığında yapılmış yolculuklar var. Hatta çok ilginç bir kitap çıktı geçenlerde; Erol Güney’in Ke(n)disi. Orada da değiniliyor bu yolculuklara.

Halikarnas Balıkçısı dostlarını tekneyle gezdirirdi

Halikarnas Balıkçısı Bodrum’dan sonra İzmir’e yerleşince, birtakım yakın dostlarına Ege’yi tanıtmak için İzmir’den başlayan tekneyle yapılan bir yolculuk düzenlemiş. Fakat teknelerin açık denize açılabilmeleri için birtakım donanımlarının olması gerekli. Bunların eksik olduğu bir yolculuk bu. Halikarnas Balıkçısı var, Sabahattin Eyuboğlu var, Sabahattin Ali var, Erol Güney var, Sabahattin Beyin Tercüme Bürosundan tanıdığı. Hatta o gün Necati Cumalı’ya rastlıyorlar. Onu da razı ediyorlar. Fakat Erol Güney’in bir şikayeti var, bu yolculukların başarısı kumanyaya bağlı. Yola çıkarken yanınıza alacağınız yiyecek ve içeceklere. Bunlar daha çok içecek almışlar. Erol Güney, “O kadar çok rakı almışlar ki, neredeyse hiç meze yoktu,” diyor. Pek başarılı bir yolculuk olmuyor o yolculuk. Denizcilik bilgileri çok az çünkü. Bir ara Sabahattin Ali dümene geçmek istiyor. “Yapma, bizi kayalara çarptıracaksın, öldüreceksin,” diyor arkadaşları. Onun çok ironik bir cevabı var: “Kim bilir ölümümüz nerede olacak!”

Bozcaada’daki bir Homeros Günleri

Önce gemiyle İzmir’e

Ama 1961’de yapılan Mavi Yolculuk, çok iyi örgütlenmiş bir yolculuktu. Bu konuda belli bir deneyimleri vardı geziyi düzenleyen Sabahattin Eyuboğlu ile Halikarnas Balıkçısı’nın. Önce İstanbul’dan İzmir’e gidildi. Balıkçı, oğlu Sina Kabaağaçlı’ya, o sırada Edebiyat Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan, bütün balıkçılık malzemelerini ısmarlamış, bize ne usta bir balıkçı olduğunu gösterecek. İstanbul’dan topluca vapurla İzmir’e gittik. Balıkçı ailesi, kızı İsmet, küçük oğlu Suat, İsmet’in kocası ve oğlu. Bizim İstanbul grubunda Güngör Dilmen var, Vedat Günyol var, Füreya Hanım Bodrum’dan katılacak bize. Tabii Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat. Onlar bir çeşit alaylı değil, mektepli seyyahlar. Kitaplar, İngilizcesi, Fransızcası hepsi alınmış. Tam teşkilatlı bir yolculuk yapacağız. Kuşadası’ndan Samim Kocagöz bize “Macera” adlı bir tekne bulmuş. Kuşadası’na gidip oradan Macera teknesiyle denize açıldık. Halikarnas Balıkçısı’ndan başka bir de profesyonel bir balıkçı aldık yanımıza, ağları, sandalı falan olan. Tam Sisam adasıyla Dilek Yarımadası arasındaki boğazdan geçerken müthiş bir fırtına. Biz teknenin önünde türküler söylüyoruz Sabahattin Batur, Güngör Dilmen, arkada kıyamet kopmuş, sonradan öğrendik.

Balıkçı hiç balık tutamayınca

Tabii Halikarnas Balıkçısı’nın aramızda olması çok önemli. O hem geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgiler veriyor, hem mitolojiyle ilgili bilgiler, hem de bugün neler oluyor onları anlatıyor. Arada kendi kişisel hikâyelerini anlatıyor. Mesela Rodos’tan Bodrum’a geçerken ayışığında nasıl Dante okumuş falan onları anlatıyor.

Bodrum’a gelince, oradan da bir iki kişi daha katıldı ve Gökova’ya açıldık. Teknede yaklaşık 14-15 kişi var. Gökova’da bütün çabasına rağmen hiç balık tutamadı Balıkçı. Perişan bir halde bir koya sığındık. Kıyıda ateş yakıp şiş falan yapacağız. O sırada Sabahattin Beyle yanımızdaki profesyonel balıkçının sandalıyla açılıp denize ağ attık, ağı çektiğimizde, içi balık doluydu. Güngör Dilmen’in bize anlattığına göre, Halikarnas Balıkçısı bu manzarayı görünce epey üzülmüş. Bütün fiyakası bozulmuştu çünkü.

Antik tiyatrolarda Euripides sahneleri

Bu günlük eğlencenin dışında gittiğimiz bir koyda bir antik tiyatro varsa, Azra Hanım hemen kitaplarını açıyor, Güngör Dilmen’i görevlendiriyor, burada Bakhalardan Eski Yunanca şu koroyu okuyacağız falan diye. Alelacele orada bir Euripides sahnesi canlandırılıyor. Böylece içimizde kalmış oyunculuk hevesimiz de ortaya çıkıyor. Benim yanımda da 8 mm.’lik bir kamera vardı. Orada çektiğim görüntüleri Besim arkadaşımıza vermiştim, bitirme tezi yaptı. O çekimlerde çok güzel kayıtlar var. Mesela bir koyda Sabahattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı’nı tıraş ediyor. Yahut Bodrum’dan bize katılan Paluko diye bir balıkçı var. Girit’ten gelmiş bir balıkçı. Bütün o denizleri biliyor, derinlikleri, kayalıkları falan… Onun çok güzel görüntüleri var. Tepeliklerde gezinen keçilerin görüntüleri var.

Kıymetli bilgiler bir meze ve bir kadeh gibi sunulunca

Bu arada, bütün bu gezilen yerlerde yaşamış insanlar, orada ortaya çıkmış felsefe, mesela Miletos’un dünya kültürüne kazandırdığı insanlarla ilgili bilgiler bu konuları çok iyi bilen uzmanlar tarafından bir ders sıkıcılığı ya da uzmanlık ukalalığı olmadan, sanki o anda yaşanıyormuş, o anda insanlarla karşılaşıyormuşsunuz, o gerçekleri o anda keşfediyormuşsunuz gibi bize aktarılıyordu. Bir meze ve bir kadeh içki gibi sunuluyordu bu bilgiler, ama sizi sarhoş eden değil, ayıltan bir etki yapıyordu. Ve görüyorduk ki yabancı kitaplarda bize Eski Yunan Uygarlığı diye aktarılan hikâye aslında bu topraklarda ortaya çıkan Anadolu Uygarlığı diye bir uygarlık ve bu uygarlığı tanıması gereken insanlar olarak biz biraz gaflet içindeyiz, geç kalmışız ama gene de vakit var. Doğru bir yaklaşımla yaşadığımız yerin ruhunu anlayabilir bunu canlandırıp yaşatabilirsek, pekâlâ biz de buralı olabiliriz. Bu toprakların gerçek insanları olabiliriz. Bu toprakların gerçek insanları gibi buraları yeniden yeşertebilir, şeneltebiliriz. Bu “şeneltme” sözü de Âşık Veysel’den bir söz, bir köye gidince “Burayı şeneltelim,” dermiş.

Şeneltelim burayı

Yani bu insanlar yaşadıkları ülkeyi çiçeklendirmek, şeneltmek, ürün veren, üretim yapan her insanı şenelten insanlar olarak bizlere birer öncü, kılavuz oldular. Sanırım Haluk’un burada, Bozcaada’da yapmak istediği de böyle bir şey. Yalnızca yılda bir haftalık bir şenlik olarak görmemek gerek bunu. Bir kere Homeros’un, İlyada ve Odysseia’nın ne kadar önemli ürünler olduğunu görüyoruz. Bu destanların sadece şiir değil, aynı zamanda tarih, aynı zamanda sosyoloji, din bilgisi, antropoloji, bir yerin, bir iklimin, bir toprağın ruhunu canlı tutan yaşayan belgeler olduğunu görüyoruz. Bir dil duyarlığı kazandırıyor bize bu okuduklarımız.

Kavga didişme yok, sevgi var

Bu yolculuklar belli insanların bir araya gelip, birbirleriyle didişmeden, kavga etmeden, birbirlerini sevebilmelerini ve böylelikle birlikte yaşayabilme sanatını gerçekleştiren bir yolculuktu. Bir de tabii, yaşadığımız ülkenin topraklarının insanlık tarihi açısından ne kadar önemli ve burada yaşamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu anlatmaya çalışan, ırkçılık yerine bu yerin insanı ya da bu toprağın doğal bir parçası olmanın ne kadar önemli olduğu gerçeğini vurgulayan bu insanlar kimdi? Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı. Onlar bu gerçekleri dile getiriyor ve bunları unutmamamız gerektiğini söylüyorlardı.

İmece usulü çalışırlardı

Bu insanların özelliği imece usulü çalışmaktı. İlle de ben yapacağım diye bir iddiaları yoktu. Örneğin Azra Erhat İlyada ve Odysseia’yı çevirirken A. Kadir ile birlikte çalışmayı yeğlemişti. Sabahattin Eyuboğlu birçok çevirilerini Azra Erhat, Vedat Günyol, Mina Urgan’la ortaklaşa çalışarak tamamlamıştı. Onlar için ortak iş yapmak ortak bir sevinci paylaşmak anlamına geliyordu.

Mavi Yolculuk, Mavi Anadolu sadece maviyle değil, Anadolu’nun her rengiyle ilgiliydi. İnsanları kapsayan, kucaklayan bir yanı vardı bu ilginin. Bir de birlikte yaşama sanatı diyebileceğimiz bir şey öğreniyorduk bu yolculuklarda. İnsanların bir araya geldiklerinde birbirleriyle didişmeleri, dedikodu yapmaları gerekmediğini, birbirlerini sevebilme olasılığını ortaya çıkaran bir gerçeği. Ayrıca, yaşadığımız ülkenin topraklarının insanlık tarihi açısından ne kadar önemli olduğunu, burada yaşamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu da bize gösteriyordu bu yolculuklar.

Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk kitabının çok sayıda farklı yayınevinden baskısı var ama en güzel kapaklısı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kapağını çizdiği bu versiyonu, İş Bankası Yayınlarından çıktı.

Azra Erhat’ın cömertliği ve yaptığı inanılmaz işler

Azra Hanım’ın ölümünün yirminci yılı nedeniyle birkaç ay önce İstanbul’da yaptığımız bir toplantıda da onun ne kadar alçakgönüllü bir biçimde ne kadar büyük işler yaptığını anlatmak zorunda kaldım. Çünkü her şey çok kolayca küçümseniyor Türkiye’de. Oysa Azra Erhat Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki Klasik Filoloji’deki öğretim üyeliğinin dışında yaptığı çevirilerle, yazdığı kitaplarla okurlarına, öğrencilerine çok hizmet etmiş bir insandır. Ayrıca İlyada’yı ve Odysseia’yı çevirmek gibi inanılmaz önemli işler gerçekleştirmiş, bunu da A. Kadir gibi bir şairle, onunla birlikte çalışarak yapma cömertliğini göstermişti. Çünkü bu insanların bir özelliği de imece usulüyle çalışmaktı. Yani ille ben yapacağım diye bir tutkuları yoktu. Birlikte çalışmanın, bir şey yapmanın güzelliğini yaşamak gibi bir tutumları vardı. Zaten böyle bir işe Tercüme Bürosu’nda çalışırken başlamışlardı. Ortak iş yapma onlarda bir çeşit ortak bir sevinci paylaşmaktı. Başka çevirilerde Oktay Rifat’la, Melih Cevdet’le, yaptığı belgesel filmlerde de Mazhar Şevket İpşiroğlu ile de böyle çalışmışlardı. Bu ortak çalışmanın hatırlanması, benzer işler için esin kaynağı olmasını hazırlayan bir yaklaşımdı.

ÇOK OKUNANLAR