Bu yıl Atina’ya iki kez yolum düştü. Her seferinde şehirle kurduğum bağ biraz daha derinleşiyor. Bir yanda yüzyılların tanığı mermer sütunlar, diğer yanda şık vitrinlerde çağdaş tasarımlar.
Antik taşların gölgesinde yürürken bir yandan da yeni nesil gastronomik restoranları keşfetmek, Atina’nın sadece geçmişe değil geleceğe de ne kadar güçlü adımlarla yürüdüğünü gösteriyor. Lezzet ve şıklık, kentte şaşırtıcı bir uyumla iç içe geçmiş durumda; neredeyse her köşede bir konsept restoran, yaratıcı bir menü, özenli bir sunum.
Seyahat yazarı dostum Fotis Vallatos’un dünyayı gezip sonunda Atina’da açtığı restoran da bu dönüşümün en güzel örneklerinden biri. Her şeyin ama her şeyin odun ateşinde piştiği bu mekân, hem doğallığı hem de inceliğiyle büyüledi beni. Atina artık sadece tarihin değil, çağdaş gastronominin de başkentlerinden biri olmaya aday.
Eğer siz de Atina’yı hafta sonu gibi kısa bir sürede keşfetmeyi planlıyorsanız, hem antik mirasa dokunabileceğiniz hem de bu yükselen gastronomi sahnesine yakından tanık olabileceğiniz dolu dolu bir rota hazırladım. İşte 48 saatte Atina’yı yaşamanın en keyifli yolları…
1. Gün: Antik Tarih ve Modern Lezzetler
Sabah: Şehre sıcak bir başlangıç
Şehirlerin sabahları bana çok etkileyici geliyor. Bir şehre sırf mistik sabah havası nedeniyle düşkün olabiliyorum . Atina’daki sabahları da çok seviyorum. Burada şehrin üzerine düşen ışık insanın içini ısıtan cinsten. Eğer güne biraz şımartılarak başlamak istiyorsanız, Hotel Grande Bretagne’in terasında kahvaltı muhteşem. Syntagma Meydanı’na bakan bu zarif otelde, Akropolis manzarasına karşı bir yudum kahve içmek bile güne özel bir anlam katıyor. Masanıza taptaze meyveler, nefis Yunan peynirleri, çıtır börekler geliyor. Kahvaltı öyle hazırlanıyor ki sanki günün ilk saatlerinde bile Atina’nın zarafeti sofraya yansıtılıyor.
Öğleden sonra: Tarihin içinde yürüyüş
Kahvaltının ardından yönünüzü Akropolis’e çevirin. Ne kadar çok fotoğrafını görmüş olsanız da, Parthenon’un önünde durduğunuzda büyülenmemek mümkün değil. Taşlar sanki hâlâ geçmişin izlerini fısıldıyor. Ardından Yeni Akropolis Müzesi’ni gezin. Antik Yunan’ın zarafeti, modern bir mimari içinde etkileyici bir şekilde sunulmuş. Cam zeminlerin altından tarihi kalıntıları görmek, zamanda yürüyormuş hissi yaratıyor insanda.
Müzeden çıkınca Plaka sokaklarına dalın. Bu mahalle, Atina’nın romantik ruhunu yansıtıyor. Pastel renkli neoklasik evler, dar sokaklar, her köşe başında sizi davet eden minik kafeler… Öğle yemeği için Monastiraki’de bir tavernada oturun, sıcak pita ekmeği eşliğinde tzatziki, kalamar ya da bir tabak musakka söyleyin. Lezzetler sade ama içten, tıpkı bu şehrin kendisi gibi.
Akşam: Modern Yunan mutfağıyla tanışma
Akşam için önerim: Cookoovaya. Burası klasik Yunan mutfağını modern tekniklerle harmanlayan bir restoran. Tabakta hem geleneksel tatlar hem de çağdaş sunumlar var. Özellikle taze deniz ürünleriyle hazırlanan başlangıçlar ve aromatik otlarla pişirilmiş ana yemekler sizi epey şaşırtabilir. Atina’nın yemek sahnesi ciddiye alınacak kadar iddialı ve burası bunu anlamak için en doğru adreslerden biri.
2. Gün: Şehrin Ritmi, Zeytinyağının Sanatı ve Unutulmaz Bir Final
Sabah: Şehir zarafeti ve zeytinyağı keşfi
İkinci güne Atina’nın şık semtlerinden Kolonaki’de başlayın. Bu bölgede yürürken, sabah saatlerinin zarif temposu insanın içine işler gibi… Bir köşede kahvesini yudumlayan bir yazar, diğerinde camdan vitrinleri süzen bir modasever… Buradaki kafeler sadece kahvaltı için değil, biraz soluklanmak ve şehri seyretmek için de ideal.
Kahvaltı sonrası Maison d’Olive’e uğramadan olmaz. Burası zeytinyağına adanmış adeta bir mabet. İçeri adımınızı attığınız anda sizi karşılayan zeytinyağı kokusu bile başlı başına bir deneyim. Dünyanın en geniş sızma zeytinyağı koleksiyonlarından biri burada. Sahibi Kostas Potou, sadece üretici değil, aynı zamanda bir tutku insanı. 240’tan fazla çeşit arasından kendi damak tadınıza uygun olanı bulmak hem keyifli hem öğretici. İsterseniz yarım kilosu 850 Euro olan o koleksiyonluk zeytinyağına da bir göz atın, elbette sadece göz gezdirmek bile yeterince heyecanlı.
Öğleden sonra: Manzara ve şehirle vedalaşma
Öğleden sonra için önerim, Atina’yı tepeden izlemek. Lycabettus Tepesi’ne çıkın. Tüm şehir ayaklarınızın altında, deniz ufukta parlıyor. Özellikle gün batımına doğru giderseniz, gökyüzünün rengi Akropolis’in taşlarında pastel bir tabloya dönüşüyor. Tam bir veda anı gibi… Hem içsel hem görsel bir huzur hali.
Akşam: Son akşamı unutulmaz kılan durak — Pharaoh
Atina’daki son akşamınızda, hafızanızda kalacak bir tat bırakmak isterseniz, rotanızı Pharaoh’a çevirin. Burası yalnızca bir restoran değil; aynı zamanda bir fikir, bir yolculuğun son noktası. Mekânı, dünyaca ünlü seyahat yazarı ve gastronomi tutkunu dostum Fotis Vallatos açtı. Dünyayı dolaşıp binlerce tat deneyimledikten sonra Atina’ya dönüp her şeyin ama her şeyin odun ateşinde piştiği bir restoran kurdu. Fotis doğallıkla rafineliği kusursuzca buluşturmuş.
Menüdeki her tabak, ateşle, sabırla ve sezgiyle hazırlanmış. İçerideki atmosfer sade ama sofistike. Her lokmada Fotis’in dünya birikimini, ama aynı zamanda memleketine duyduğu sevgiyi hissediyorsunuz. Pharaoh, yalnızca bu seyahatin değil, belki de uzun zamandır yaşadığım en etkileyici gastronomik deneyimlerden biri oldu.
Atina’da 48 Saatin Ardından
İki gün, bir şehre ne kadar sığar? Aslında sandığımızdan fazlası. Atina’da geçirdiğim bu 48 saatte sadece Antik Yunan’ın görkemli geçmişine değil, bugünün ritmine ve geleceğe dair umutlara da tanıklık ettim. Her sokak köşesinde başka bir hikâye, her sofrada başka bir tat saklıydı şimdi benim hikayelerim oldu .
Akropolis’in gölgesinde adımlarken, Kolonaki’de zeytinyağına bir yaşam felsefesi gibi yaklaşan biriyle sohbete dalmak ya da odun ateşinde pişmiş bir levreği, dünyayı gezip sonunda köklerine dönen bir dostun ellerinden tatmak…
Bunlar benim için bir seyahatten çok daha fazlası. Çünkü ben hikâyelerle yaşıyorum; karşılaştığım her yüz, tattığım her lezzet, duyduğum her cümle bir iz bırakıyor. Başkalarının hikâyeleri usulca benimkine karışıyor ve zamanla iç içe geçen bu anlatılar, yaşamımın dokusunu oluşturuyor. Seyahat benim için varoluşun ta kendisi aslında.
Atina artık benim için sadece bir başkent değil. O, geçmişiyle övünen ama bugünü yaşayan, geleceği de kucaklayan bir şehir. Eğer bir haftasonunu kendinize hediye etmek isterseniz; biraz tarih, bolca lezzet ve Akdeniz’in kendine özgü ışığını arıyorsanız, Atina doğru adres olacaktır.
Ve belki siz de dönerken yanınızda birkaç şişe zeytinyağı, birkaç tatlı anı ve uzun süre damağınızdan silinmeyecek bir ateş tadı götürürsünüz.