Rahatsız olmadan rahat edemeyiz!
29 Nisan 2025

“Rahatlık” genellikle her şeyin yolunda gittiği, zorluklardan uzak, huzurlu bir ortamı ifade eder. Ancak çoğu zaman bu huzura ulaşmak; sancılı, rahatsız edici deneyimlerden geçmeyi, yüzleşmeyi ve değişmeyi gerektirir.

Bazı şeyler vardır ki, insanın içine oturur. Haksızlıkla karşılaştığında, adaletin terazisi doğru tartmadığında, çocuk gelinlerin sayısı arttığında, tecavüzcülerin serbest kaldığını gördüğünde, hukuksuz infazlarda ya da bir annenin gözyaşlarını hissettiğinde … İşte o zaman anlarsın; bir yerlerde bir şeyler gerçekten yanlış gidiyordur.

Toplum dediğimiz şey aslında bir ev gibi. Kimi oturma odasında koltuklara yayılmış, rahat içinde yaşıyor. Kimi ise bodrum katında, gün yüzü görmeden, sesi duyulmadan hayatla mücadele ediyor. Ama ne zaman ki bodrumdan bir ses yükseliyor, işte o zaman evin rahatı bozuluyor.  Birileri “bu ses nereden geliyor?” diye bakıyor, kimi “kesin şu sesi” diyor. Oysa o sesler, susturulması gereken bir gürültü değil; duyulmayı bekleyen gerçek bir çığlık! Toplumun huzuru için gerekenin sessizlik değil, adalet olduğunu kendimize defalarda hatırlatmamız gerekiyor.  Çünkü adalet aslında hepimizin bildiği gibi barışın ve güvenin teminatı…

Tarih boyunca büyük toplumsal değişimler, çoğu zaman bir rahatsızlıkla başlamıştır. Mevcut düzenin rahat koltuğunda oturanlar için bu rahatsızlık bir tehdit gibi görünürken; sesi bastırılanlar için bir umut, bir başkaldırı ve yeniden doğuş anlamına gelir. Toplumsal rahatsızlıklar; adaletsizlik, eşitsizlik, ayrımcılık, baskı ve görmezden gelinme gibi sorunların biriktiği ve artık inkâr edilemez hale geldiği anlarda su yüzüne çıkar. Bu rahatsızlıklar, aslında sessiz ama güçlü bir değişim çağrısıdır. Elbette, duymak isteyen için.

Ancak dönüşüm o kadar da kolay olmuyor

Toplumsal hareketlerin, devrimlerin, reformların ve sessiz protestoların temelinde hep bir rahatsızlık yatar. Kadın hakları, ırkçılıkla mücadele, işçi ve öğrenci hakları, çevre sorunları, ekonomik adaletsizlik, hayvan hakları… Hepsi bastırılmış bir çığlığın, görmezden gelinen bir adaletsizliğin sonucu değil mi? Ancak dönüşüm o kadar da kolay olmuyor. Rahatsızlığın yalnızca dışlanan veya ezilen kesimlerin yaşadığı bir duygu olduğunu düşünmüyorum. Değişim, toplumun tamamında huzursuzluk yaratır. İşte bu noktada, sistemin görünürdeki dengesi, aslında bir eşitsizlik üzerinde yükselmektedir. Ve bu eşitsizlik, rahatsızlık yaratmaya başladığında, yani artık bastırılamadığında; o toplum bir kırılma noktasına yaklaşır. Bir yanda konforunu kaybetmek istemeyenler, diğer yanda daha insanca, hür ve adil bir yaşam isteyenler… Aralarında gerilim olması kaçınılmazdır. Kısa vadede bu gerilim çatışma yaratabilir; ancak uzun vadede daha adil, dengeli ve sürdürülebilir bir toplumsal yapının kapısını aralayabilir. Toplumu dönüştüren şey, çoğu zaman bir kıvılcım kadar küçük bir rahatsızlıktır. Ama o kıvılcım, yerleşik düzenin içine düştüğünde koca bir yangına dönüşebilir. Çünkü susturulan her ses, zamanla yankı bulur; bastırılan her hak, bir gün sokaklara taşar. Tıpkı bugünlerde ülkemizde yaşadığımız gibi.

Önemli olan, toplumsal rahatsızlıkları bastırmak, görmezden gelmek ya da üzerini örtmek değil; onları birer uyarı, birer yol gösterici ve bir değişim çağrısı olarak okuyabilmek. Çünkü bu rahatsızlıklar, mevcut düzende bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteren işaret fişekleridir. Onlar, sadece bir şikâyet değil; aynı zamanda daha adil, daha kapsayıcı ve daha insani bir düzenin mümkün olduğuna dair umut taşıyan seslerdir. Unutmamalıyız ki, yüzeydeki sessizlik her zaman huzur ve mutluluk anlamına gelmez; çoğu zaman, derinlerde biriken adaletsizliklerin üzerini örten ince, kırılgan bir örtüdür. Barış ve toplumsal istikrar, bu örtüyü kaldırıp yüzleşme cesareti gösterdiğimizde, yani adaleti sağladığımızda mümkündür.

Vicdan uyandığında, kaçınılmaz olarak bir şeyler değişir

Türkiye’de bu kırılgan örtünün altından son dönemde sık sık bir şeyler sızıyor. Bir annenin adalet arayışı, bir işçinin emeğinin karşılığını alamaması, emeklilerin yaşam ile ilgili umutlarının bitmesi, gençlerin hayal kurmaktan bile vazgeçtiği günler… Kadınların “ölmek istemiyoruz” diye haykırdığı meydanlar, öğrencilerin özgürlük için susturulduğu kampüsler … Bunlar sadece bireysel hikâyeler değil; bastırılmış toplumsal rahatsızlıkların yankıları. Görmek isteyene çok şey anlatıyorlar. Bu ülkenin sokaklarında, kampüslerinde, meydanlarında yankılanan sesleri artık duymak gerekiyor. Onları tehdit değil, uyanış olarak görmek gerekiyor. Çünkü bu sesler sadece dert anlatmıyor; aynı zamanda “başka bir düzen mümkün” diyor.

Rahatlığın kalıcı olması için önce rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor. Unutmayalım her büyük dönüşüm, önce bir huzursuzlukla başlar. Bu huzursuzluk, konforu bozar ama vicdanı uyandırır. Ve vicdan uyandığında, kaçınılmaz olarak bir şeyler değişir.

“Rahatsız olmadan rahat edemeyiz”, değişime davettir. Bu topraklarda defalarca kendini göstermiş toplumsal bir gerçektir. Değişim, önce içimizi acıtan gerçeklerle başlar. Ama biz o acıyı yok saymak yerine yüzleşirsek; o zaman hem kendimiz hem toplumumuz için daha adil, daha huzurlu bir geleceği birlikte inşa edebiliriz.

Gerçek huzur; susturulanların sesini duymakla, dışlananların elinden tutmakla ve eşitliği sadece bir ideal değil, bir yaşam biçimi haline getirmekle mümkündür.

 

 

 

ÇOK OKUNANLAR