Bugün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Kutlu olsun.
Eğer 19 Mayıs’ı siz sadece “Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gün” olarak biliyorsanız yanılıyorsunuz.
Eğer 19 Mayıs’ı sadece Kurtuluş Savaşı’nın işaret fişeği sanıyorsanız, yine yanılıyorsunuz.
Evet, Atatürk bizzat kendisi Nutuk’a “1919 yılının 19 Mayıs günü Samsun’a ayak bastım” diye başlar ve Kurtuluş Savaşı’nın öyküsünü o günden başlayarak anlatır ama onun bir öncesi vardır.
O öncesi sayesinde, 19 Mayıs günü öyle tesadüfen Samsun’a çıkılan ve sonra da vatanın kurtuluşu için çalışmaya başlanan bir gün olmaktan çıkar; büyük bir tasarımın, önceden kurulmuş büyük bir stratejinin önemli bir basamağı olur.
O stratejiyi ve onun için yapılan ön hazırlığı anlatmadan, 19 Mayıs’ı da, Atatürk’ün büyüklüğünü de anlamak zorlaşır, eksik kalır.
Atatürk, 1927’de CHP’ye hitaben okuduğu Nutuk’a 19 Mayıs günü ülkenin durumu hakkında bir özet yaparak başlar.
Bu özet, Mustafa Kemal Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde var olan duruma bir yandan çok benzer, bir yandan bir önemli fark içerir. O fark, Yunan ordusunun İzmir’den başlayarak Batı Anadolu’yu işgale girişmiş olmasıdır.
Ama bu önemli fark, Atatürk’ün Kasım 1918’de İstanbul’da arkadaşlarıyla oluşturmaya başladığı strateji açısından çok önemli değildir; hatta Atatürk’ün belirlediği stratejik hedefe ulaşmak için herkesin hep birlikte çalışmasını kolaylaştırıcı niteliktedir.
Atatürk, Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde önce Pera Palas Oteli’ne yerleşir. Burası, işgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetlerinin merkezi gibidir. Otelde Atatürk’ün bazı İngiliz ve Fransız subaylarla temas ettiğini biliyoruz. Atatürk’ün amacı işgalin aslında kabak gibi gibi gözüken nihai hedefini anlamaya çalışmaktır.
Ardından önce Akaretler’de annesinin de oturduğu eve gider, sonra da Şişli’de bugün müze olarak kullanılan Pembe Köşk’e.
Her iki ev de son derece önemlidir. Bu iki evde son derece kritik toplantılar yapılır, son derece kritik kararlar alınır.
İki evin müdavimleri Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve o zamanlar albay rütbesinde olan İsmet Bey’dir. Ayrıca Rauf Orbay, Refet Bele gibi isimler de eve gelmektedir.
Atatürk başlangıçta İstanbul’da kalmayı, hükümete mesela Savunma Bakanı olarak girip mücadeleyi başlatmayı düşünür. Ama bu imkansıza yakın bir projedir. İstanbul’da padişahın ve etrafının havası, ülkeyi daha fazla işgalden korumak için işgal güçleri ne derse onu yerine getirmek, bu yolla onlara yaranacaklarını düşünmekten ibarettir.
Oysa Atatürk büyük bir gerçekçidir. Daha sonra Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılması görüşmelerinde Meclis’te söyleyeceği cümleleri adeta ezbere bilmektedir: Egemenlik ve bağımsızlık, sadece güç yoluyla elde edilir, ricayla, iyi geçinmeye çalışmakla, yaranmaya çalışmakla değil.
Ülke kurtulacaksa ancak güçle ve güçlü bir mücadeleyle kurtulacaktır. Savaşmak gerekiyorsa savaşmaktan çekinmemek gerekir; korktuğunuzu görten düşman daha fazla üzerinize gelir. Nitekim Padişah ve İstanbul’daki muhtelif hükümetler hep bu korkunun hükümetleridir; Damat Ferit gibi olanları daha fazla korkar, diğerleri daha az korkar ama hepsi temelde korkarlar. Çünkü padişah korkmaktadır ve esasen kendisini kurtarmaya çalışmaktadır.
Atatürk ve toplantı yaptığı arkadaşları gerekirse savaşmak kararındadır ama askeri durum hiç parlak değildir. Bu arada işgal güçleri orduyu hızla silahsızlandırmaya devam etmektedir.
İstanbul hükümeti üzerinde kaldığı kadar etkilerini kullanmak isterler; Anadolu’da iki kolordudan birine Kazım Karabekir’in (Erzurum) diğerine Ali Fuat Cebesoy’un (Konya-Ankara) atanması için çalışırlar.
Ali Fuat Cebesoy’un bir akrabasının sayesinde Mustafa Kemal’in de “Anadolu’da eşkiyalık yapıp Rumlara saldıran ve düşmanın işgalini genişletmesine zemin yaratan provokasyonları önlemek” için Anadolu’ya olağanüstü yetkilere sahip bir müfettiş olarak Anadolu’ya tayini ayarlanır.
Dikkat edin, Kurtuluş Savaşı hem Doğu hem Batı cephelerinde yapılan savaşlarla kazanıldı. Doğu Cephesinin ordusu sonunda Kazım Karabekir’in kolordusunun merkezinde oluştu; Batı Cephesinin ordusu ise Ali Fuat Cebesoy’un kolordusunun. Batı Cephesinin ilk komutanı da Cebesoy’dur zaten, daha sonra yerine İsmet Paşa atanır.
Atatürk ve arkadaşları daha birinci günden Kurtuluş Savaşı’nın meşruiyetinin yegane kaynağının “millet egemenliği” olacağına karar verirler. Bu işin padişahın egemenliğiyle olmayacağı bellidir, o yüzden “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sloganı daha 19 Mayıs’tan önce benimsenmiştir bile.
Bugünkü modern cumhuriyete giden yola 1918 sonunda çıkılmıştır anlayacağınız. Tartışmaya bile yer yok, stratejik hedef halk egemenliğine dayalı bir yeni yönetimdir. 600 yıllık saltanat bildiğimiz anlamda sona ermiştir Atatürk ve arkadaşlarının kafasında. Sultanı sembolik bir varlık olarak koruyup korumamak belki kafalarda bir sorudur ama egemenlik çoktan el değiştirmiştir.
Anadolu’yu örgütlemek, bu “halk egemenliği” fikrinin yaygınlığını sağlamak ve bunu bütün dünyaya göstermek gereklidir. Bu amaçla Batı Anadolu’ya Rauf Orbay gider, kasaba kasaba “Müdafayı Hukuk” cemiyetlerinin kurulmasını temine çalışır. Diğer komutanlar da kendi bölgelerinde neredeyse her ilçede bir “Müdafayı Hukuk Cemiyeti” kurulmasına ön ayak olurlar.
Bugün adı CHP olan partinin ilk tohumları bu derneklerdir. Aslında resmen çok daha sonra kurulan CHP’nin kendisine esas kuruluş tarihi olarak Sivas Kongresi’ni seçmesi boşuna değildir yani.
Atatürk’ün Kasım 1918-Mayıs 1919 arası oluşturduğu strateji her başarılı strateji gibi son derece basitçe anlatılabilir: Ülkeyi işgalden kurtarıp bağımsızlığına yeniden kavuşturmak.
Ama bu basit gibi gözüken cümlenin hayata geçmesi, neresinden baksanız 100 yılı aşan bir çaba gerekirdi, esasen bugün bile Türkiye bu çabasını sürdürüyor. Kurtuluş Savaşı, Meclis’in açılması, saltanatın kaldırılması, Lozan’ın başarılması, Cumhuriyetin ilanı, cumhuriyet devrimleri, savaştan kaçınılması, demokrasiye geçilmesi hepsi ama hepsi bu stratejinin, ülkemizin fikri temellerinin atıldığı o 5 ayın sonuçlarıdır.
19 Mayıs, bu stratejiyi artık uygulamaya başlamanın bir ilk adımıdır. Bir kez daha, kutlu olsun!