“Gölgesinde asla oturmayacağını bilerek ağaç diken biri, hayatın anlamını anlamaya başlamıştır.”
Rabindranath Tagore
Tagore, doğayı bir öğretmen gibi görürdü. Doğaya saygı duymadan yaşamayı, eksik bir varoluş olarak kabul etmesi bundandır.
Onun için doğa kutsaldır. İnsan, doğayla savaşmaz; onunla uyum içinde yaşar.
Doğayı sevmek ise, sadece manzarayı beğenmek değil tabiî: Esas olan, onun devamlılığını bir sorumluluk olarak hissedebilmek.
Böyle düşününce, alıntıladığım sözdeki ruhsal olgunluk ve yüksek farkındalık hâli, hayatın “ben ne alırım?” sorusu üzerine kurulduğu modern dünyada süren bencillik salgınına karşı bir etik çağrı olabilir mi?
“Ben ne kazanacağım?” düşüncesine takılıp kalmayı aşarak, ‘büyük bir bütünün parçası’ olduğunu görebilmek kastetmeyi istediğim.
O bahsettiğim ‘ilkelliğe takılıp kalanlar’ belki haberdar değildir:
Rant için asırlık zeytinlikleri vicdanları sızlamadan söküp atabilen, maden için kadim ormanlara biçici konvoylarıyla gözünü kırpmadan dalan zihniyetle yaşayanların ağzının payını vaktiyle Marks vermişti:
“Gölgesini satamayacağın ağacı keseceksin!”*
Hayat, sadece biz yaşarken değil, bizden sonra da sürecek olan bir hikâye ise, bilgeliğin peşindeki Tagore’un cümlesi, anlamı arayanlar için için bir işaret fişeği sayılabilir.
Her ne kadar “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormanlara dağlara” nâmeleriyle yetiştirildiysek de, o baltaları atıp, tatil yörelerinden geleneksel yangın haberleri gelmeye başlamadan “Ben ne bırakabilirim?” diye düşünmeye başlamak bir alternatif olabilir.
***
*Kimilerine göre bu cümlenin sahibi bilinmiyor.
N’olur ne olmaz diyerek gene de eklemek isterim: Marks o sözüyle kimseye akıl vermiyordu, vahşi kapitalist kafayı aşağılıyordu.