Hiçbir sanat dalı diğer dallarla bir şekilde diyaloğa girmeden, birbirlerinden öğrenme süreci yaşamadan gelişmeyeceğinden, bu iç içe geçmeler olmadan gelişme denilen şey de olamıyor. Örneğin blues, Amerikan’ın güney tarlalarından doğup gelişirken şarkıları söyleyenler klasik müziği öğrenmeselerdi, klasik müziği hiç duymamış olsalardı daha sonra cazın serbest dönemine kadar gelen gelişimi belki de mümkün olamayacaktı. Uzmanlar işte yine bu karşılıklı etkileşimler ve iç içe geçmeler yüzünden Schoenberg’in bazı eserlerinde cazın ve dönemin foxtrot’ unun bariz etkileri olduğunu söylerler. Daha sonraki avangard müziğin bazı kolajlarında işte yine bu yüzden caz etkileri görülebiliyor.
Bundan dolayı, doğaçlama yaratma süreçlerini anlamaya çalışırken, yaratıcılar geleneklerle bir şekilde mücadeleye giriştiklerinde bazı geleneklerin hangi ortamlarda nasıl oluştuğunu kısaca da olsa öğrenmek ve çalışmak gerekiyor. Sanatlar arası karşılıklı etkileşimin gelişmeyi nasıl etkilediğine en güzel örneği Nazilerden kaçarak Kaliforniya’ya yerleşen Avrupalı sanatçılar ve düşünürler oluşturuyordu. Onları bu yüzden hayli detaylı inceledim
Klasik müzik geleneğinde tıkanıp kalmış ve bir çıkış yolu arayan Schoenberg’in, cazın geleneğinde yenilikleri arayanların yoğun olduğu tam o tarihsel AN’da(1940’lar) tam da o ortamda (Kaliforniya) bulunması sanki bir ilahi kader gibiydi. Schoenberg klasik müzik geleneğinde tıkanışını atonal sitemi ile aşmaya girişti. Kaliforniya’da komşusu olan Theodor Adorno, uyguladığı teorik müdahaleleriyle ve yazılarıyla Schoenberg sistemini ve ABD’de tonal geleneğiyle uyumlu klasik müziğin gelişmesini oldukça engellese de, bir yandan da cazda yenilikler arayanlar bebop ve ondan sonra serbest caza geçişi yaratırken Schoenberg’in atonal sisteminden esinlendiler. Hatta daha sonraki deneysel elektronik müziğin bile onların açtığı yoldan yürüdüğünü yorumları var. Tabii deneysel elektronik müzik bir yandan kendisine özgü tonal sistemi de yarattı. Yani anlayacağınız dalında en devrimci olanın, en radikal kopuşu yaratanın bile geleneklerden tam kopması mümkün olamıyordu.
Yaratıcı sürecin bu bazen geleneğe teslim olan bazen de onu aşan dinamiği beni daima çok heyecanlandırıyor. Otantik yaratma süreçlerinde gerçek başarının, ait oldukları gelenekleri tamamen reddetmeden yeniyi onun içinden yaratabilenlerde olduğuna sonunda inandım. Yaratma süreçleri hakkında net tavır belirlemeden önce de dediğim gibi 20. yüzyıldaki bazı deneysel ve avangard diyebileceğim gelişmeler hakkında ne düşüneceğime uzunca bir süre karar vermekte zorlandım.
Her ne kadar doğaçlama yaratma süreçlerini incelemeye girişmiş olsam da, benim için gelenekler hep önemini korudu. Bu yüzden, Schoenberg’in öneminin büyük olduğunu düşünüyorum. Çünkü o sadece yenilik yapmak için değil, eski olanın yani geleneğin bir noktada artık tıkandığını ve yeniye izin vermediğini gördüğünden yeni metodunu mecburen geliştirmişti.
20. yüzyılın ağırlıklı olarak ikinci yarısında sadece devrim yapmış olmak için devrimci olanlar da çok oldu. Çalıştıkları dalda geleneklerine hiçbir saygı duymadan geleneği yıkan türde çalışmalar yapanlar da ortaya çıktı. Yanlış anlamayın dadaist tavırlara, anarşist, yıkıcı, yapıbozucu (deconstructinist) yaklaşımlara karşı değilim, aksine bu tür tavır koyanları beğenirim de, onların cesaretini çok severim. Ama buna rağmen yine de tamamen boş bir beyaz tuvali veya tamamen sessizlikten oluşan bir parçayı sanat saymamız gerektiğini söyleyenlerin temeldeki anarşik tavırlarını anlasam dahi bunlara uzunca bir süre sempati duyamadım Bu nedenle bir ara “ben iyisi ben sanatta 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında kalayım bari” durumuna gelmiştim.
Ancak tarihin o dönemine sığınıp kalmam, beni devamlı yeniliği arayan, doğaçlama düşünen ruhların süregiden arayış serüveninden koparacaktı. Bu kopma ise en azından Amerika’daki yaratıcı ortamı anlatmak için çöl kavramına bile o kadar önem vermiş ve bu konuda uzunca yazmış olan bana yakışmayacaktı. Boş bir tuvalin veya sessizlikten oluşan bir parçanın en azından çöldeki boşluğa ve sessizliğe gönderme yapıyor olması ihtimalini düşünüp yeni “anlama biçimleri” oluşturmak için çalışmak gerekiyordu. Üstelik o çöl ortamına yakın oturan Schoenberg de teorisiyle aynı ortamın içindeydi.
Caz bitti mi tartışması sürerken, onun bitmediğini söyleyenler caz sanatçılarının Orta Doğu müziği veya Hint müziğinden alıntılarla sentezler yaprak ilerlemesini anlatırlar. Cazın tarihini doğaçlama bağlamında anlarken dayanmış olduğum Joachim Berendt caz kitabında Hint müziğinin ritmik zenginliğinin caz müzisyenlerini oldukça cezbettiği anlatıyor. Hint müziğinde ritimler o kadar zenginmiş ki, doğaçlama yapanlar çalarken birbirlerinden çok uzaklaşabiliyorlar ancak sonunda Sam adı verilen birinci vuruşta yani “bir”de tekrar buluşuyorlarmış. (Caz kitabı, sayfa 44.)
Sadece keyfim için yapmakta olduğum dinlemelerden yola çıkarak okumalara geçip, sonrasında bu okumaların birbirini açmasıyla ve buna paralel fotoğraf incelemeleriyle yaptığım çalışmalarda ben de Hint müziğinde olduğu gibi “bir”de buluşturmak isterdim ama bu mümkün değil. Çünkü ne yazık ki bu ucu açık bir süreç. Dünyada yaratma süreçleri hiç bitmeyeceğinden onu anlamaya çalışma süreçleri de hiç bitmeyecek gayet tabii. Tam bir yerde buluştuk derken o buluşulan yeri yıkıp aşmaya çalışanlar hep olacak. İyi ki de olacaklar.