Adalet Olmadan Kalkınma Eksiktir.
Adalet, yalnızca mahkeme salonlarında dağıtılan kararlar değil; bir toplumun gündelik hayatındaki en derin güven duygusudur.
Bir ülkenin nefes alıp verişi, bireyin devlete duyduğu inanç, yarına dair kurduğu hayaller, hep bu adalet hissiyle şekillenir.
İşte tam da bu yüzden, Türkiye’yi yöneten siyasi hareketin adı “Adalet” ile başlar.
Ve ancak o adaletin sağlandığı zeminde anlam kazanabilecek olan “Kalkınma” ile devam eder.
Zira adaletin eksik olduğu bir yerde yapılan yol da eksiktir, okul da, yatırım da, gelecek tasavvuru da.
Çünkü insan, kendini adaletin gölgesinde hissetmiyorsa, kalkınmanın güneşinde de huzurla oturamaz.
Anadolu irfanı bunu yüzyıllar öncesinden söylemiş:
“Mülkün temeli adalettir.”
“Hak yerini bulmazsa, dua göğe ulaşmaz.”
Ne kadar doğru, ne kadar sade, ne kadar derin…
Tutukluluğun Gölgesinde Sorgulanan Denge
Sabahın erken saatlerinde gerçekleşen operasyonlar, ters kelepçeler, henüz suçlama içeriğiyle tanışmamış tutuklular…
Giderek daha sık karşılaştığımız bu kareler, yalnızca adliye koridorlarında değil, toplumun ortak hafızasında da yer etmeye başladı.
Bazı davalarda iddianameler uzun süre hazırlanamıyor, yargılamalar ileri tarihlere bırakılıyor.
İlk duruşmada tahliye edilen pek çok kişi, haftalar hatta aylar süren özgürlük kısıtlamalarıyla baş başa kalıyor.
Bu tablo, şu temel soruyu yeniden gündeme taşıyor:
Bir devlet, bireyin özgürlüğüne ne zaman, nasıl ve hangi koşullarda müdahale etmelidir?
Ve bu müdahalenin yarattığı toplumsal, ekonomik ve siyasal etkileri kim üstlenir?
Soğuk Rakamlar, Sıcak Gerçekler
Adalet Bakanlığı ve bağımsız kuruluşların paylaştığı veriler çarpıcı bir tabloyu ortaya koyuyor:
•2025 itibarıyla Türkiye’de 395 cezaevi bulunuyor.
•Cezaevlerinin toplam kapasitesi yaklaşık 300.000 kişi, ancak fiili mahkûm sayısı 403.000’i aşmış durumda.
•Bunun 346.000’i hükümlü, 56.000’i tutuklu statüsünde.
•Denetimli serbestlik, açık cezaevleri ve alternatif infaz yöntemleri dahil edildiğinde sistemin kapsadığı birey sayısı 850.000’e ulaşıyor.
Bu da Türkiye nüfusunun yaklaşık %1’i demek.
Bu rakamlar yalnızca fiziki bir doluluğu değil; toplumsal gerilimi ve ceza adaleti sisteminin yükünü de gözler önüne seriyor.
Suç Ne, Suçlu Kim?
Cezaevindeki bireylerin büyük çoğunluğu adli suçlar nedeniyle yargılanıyor ya da hüküm giymiş durumda.
Ancak ifade özgürlüğü, medya faaliyetleri ya da sivil toplum girişimleriyle ilişkilendirilen bazı davalar, kamuoyunun daha yakından izlediği dosyalar arasında yer alıyor.
Bu gibi durumlarda en önemli beklenti, yargı süreçlerinin:
•Adil,
•Hızlı,
•Şeffaf
ve
•Ölçülü biçimde yürütülmesidir.
Zira gecikmiş adalet, yerini bulamamış adalet demektir.
Unutulmamalıdır ki:
“Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar herkes masum kabul edilir.”
Ve tutuklama, başlı başına bir ceza değil; ancak yargılamanın sağlıklı ilerlemesini sağlamak amacıyla başvurulan geçici bir önlemdir.
Güvenlik ve Özgürlük: Birbirini Tamamlayan Değerler
Devletin asli görevlerinden biri, vatandaşının güvenliğini sağlamaktır.
Ancak bu görev, birey hak ve özgürlüklerinin önüne geçmemeli; tersine hukukun güvencesinde bir dengeyle inşa edilmelidir.
Türkiye gibi genç, çoğulcu ve enerjik bir toplumda, güvenlik ile özgürlük çatışmaz—birbirini tamamlar.
Yargı süreçlerinin öngörülebilirliği, hak odaklı yaklaşım ve alternatif infaz modellerinin yaygınlaştırılması; hem sistemin yükünü hafifletir hem de toplumsal barışı pekiştirir.
Ekonomik ve Sosyal Boyutlar
Ceza adalet sistemine dair her politika, yalnızca hukuki değil, ekonomik ve sosyal etkileriyle de değerlendirilmelidir:
•Cezaevi yatırımları, yalnızca bina inşası değil; personel, sağlık, güvenlik ve rehabilitasyon gibi birçok alanda kamu kaynaklarını zorlar.
•Uzun süreli tutukluluklar ve hapis cezası sonrası, bireylerin topluma yeniden kazandırılması güçleşir.
•İşsizlik, sosyal dışlanma, ailevi kopuşlar, toplumla bağın zayıflaması sık rastlanan sonuçlardır.
•Yüksek tutukluluk oranları, Türkiye’nin hukuk devleti algısı ve uluslararası yatırım iklimi üzerinde de etkili olmaktadır.
Reformlar ve İleriye Dönük Umut
Türkiye, yargı alanında köklü bir birikime ve reform deneyimine sahip bir ülkedir.
Son yıllarda atılan adımlar umut vericidir:
•İnsan Hakları Eylem Planı,
•Yargı Reformu Strateji Belgesi,
•İnfaz sisteminde esnekleştirme uygulamaları,
yargı sistemine olan güveni güçlendirmeyi hedefliyor.
Bu sürecin kalıcı ve etkili olması için:
•Tutuklamalarda ölçülülük, gerekçelilik ve istisnailik ilkesi uygulanmalı,
•Yargı kararlarının bağlayıcılığı, kurumsal uyum içinde işletilmeli,
•Farklı düşünce ve ifade biçimleri, hukuk güvenliği çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Ceza adalet sistemi, cezalandırıcı değil, onarıcı bir misyon üstlenmelidir.
Son Söz: Güç, Sertlikten Değil Adaletten Doğar
Cezaevlerinin doluluğu, bir devletin gücünü değil; hukuk sisteminin üzerindeki yükü yansıtır.
Asıl güç, bireyin adalet karşısında kendini güvende hissettiği yapılarla mümkündür.
Gerçek adalet; yalnızca mahkeme kararlarında değil, sokakta, okulda, iş yerinde, ailede ve vicdanlarda hissedildiğinde var olur.
Türkiye’nin, hem güvenliği sağlayan hem özgürlükleri koruyan, akil, dengeli ve vicdani bir adalet sistemi kurma potansiyeli vardır.
Ve bu sistem, yalnızca kurallarla değil; adil insanlar eliyle, ortak vicdanla hayat bulur.
Yeni Yüzyılda Yeni Bir Temel: Adil Yargı ile Güçlü Devlet
Yeni dünya düzeninde bir ülkenin yerini sadece ekonomik göstergeler, dış politika hamleleri, teknolojik başarılar ya da eğitim performansı belirlemez.
Artık adil, bağımsız ve erişilebilir bir yargı sistemi, kalkınmanın da, itibarın da vazgeçilmez parçasıdır.
Türkiye, bu vizyona yakışır bir hukuk düzeni inşa etme yolunda kararlılığını sürdürmeli;
adaleti, yalnızca hukukçuların değil, toplumun tamamının ortak emaneti saymalıdır.