Pazar günleri siyaset hakkında yazmak istemiyorum ama bugün kaçarım yok.
Bir ideoloji olarak milliyetçilik, sanıyoruz ki tarihin başından beri var ama bu doğru değil. Milliyetçilik, siyaset literatürüne Fransız Devrimi ve Aydınlanma düşüncesinin bir unsuru olan “milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” ve “milli egemenlik” kavramlarıyla birlikte girmiş bir şey.
O güne kadar egemenlik, basitçe kralın egemenliğiydi ve kral egemen olma meşruiyetini doğrudan tanrıdan aldığını iddia ederdi.
Tanrı ve onun bir aileye bahşettiği egemenlik fikri ortadan kalkınca egemenliğin meşru kaynağı sorgulandı. Bu sorguyu ilk yapan Thomas Hobbes adlı bir İngilizdi. Onun meşhur kitabı Leviathan, kralın egemenliğinin ulusun ortak rızasına dayalı olması gerektiğini söylüyordu.
Onu Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau izledi. Meşhur “Toplum Sözleşmesi” adından da anlaşılacağı gibi ulusun rızasını egemenliğin meşruiyetinin yegane kaynağı olarak görüyordu.
Peki tamam da “ulus” kimdi, kimlerden oluşuyordu? Bu konu o gün bugün tartışmalı. ‘Ulus’u bir araya getiren ve bir arada tutan tutkalın etnik aidiyet mi, kültür mü, din mi, dil mi, yoksa başka bir şey mi olduğu konusundaki tartışmaların hiçbirimiz yabancısı değiliz.
Bu tutkalın etnik olduğunu söyleyen görüş en kolay yayılanı oldu. Bizim kendimize özgü tarihimiz açısından anlatmaya çalışayım: Osmanlı, etnik ve dini milliyetçilikle ilk olarak kendi içindeki gayrı müslümler aracılığıyla tanıştı. Sırp milliyetçileri, Yunan milliyetçileri, Bulgar milliyetçileri, Arnavut milliyetçileri derken sıra en son iki gruba geldi: Ermeniler ve Kürtler.
Osmanlı Sultanları açısından 19. yüzyıl bu milliyetçiliklerin ciddi tehdit olduğu ve ona karşı panzehirin arandığı uzun yıllar oldu.
Tabii elinizde devlet kuvveti olunca o panzehirlerin en kolay akla geleni yumruğunuzu kullanmak. Savaşlar yaşandı. Önce Sırplar ve Yunanlılar gitti. Bu gidiş Avrupa güçleri ve Rusya tarafından baskıyla ve savaşla yapılınca anti-batı ve daha önemlisi anti-hristiyan bir duyarlık oluştu.

Sultan 2. Abdülhamid, “Hamidiye Alayları” ile ermeni milliyetçiliğini kanla bastırmıştı. Ona Kürtler “Bade Kurda” yani ‘Kürtlerin babası’ diyorlar, çünkü bu sayede Kürt ulusal bilincinin ilk nüveleri ortaya çıktı.
Sultan 2. Abdülhamid, (‘ulus’ demiyordu elbette) ‘tebaa’sını bir arada tutacak tutkal olarak İslamı gördü ve bir anlamda siyasal islam ile müslüman enternasyonalizmi anlamına “ümmet”çiliği çözüm olarak icat etti ve uyguladı.
Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da yaygınlaşmaya başlayan Ermeni milliyetçiliğine karşı Kürt aşiretlerden oluşan “Hamidiye Alayları” kuruldu. Bu Kürt alaylar, 19. yüzyıl sonlarında Ermeniler üzerinde ciddi terör uyguladı, ciddi katliamlar yaptı.
Ama paradoksa bakın ki, Abdülhamid’in bu uygulaması bir ‘Kürt milliyetçiliği’nin doğmasına da neden oldu. O zamana kadar dağlı bir topluluk olarak küçümsenen Kürtler içinde modern anlamda “Kürtlük bilinci”nin doğumu 19. yüzyılın sonlarına denk gelir.
O Kürtleri temsil etme iddiasındaki birileri önce Sevres sırasında, sonra Lozan’da, ‘Kendi kaderini tayin hakkı’ bağlamında Osmanlı’dan kopmak, kendi ulusal egemenliklerine sahip olmak istediler. Ama o zamanlar dünyanın gözünde “Kürtler” diye bir millet yoktu.
Kürtler ile Türklerin din bağı etnik bağdan daha kuvvetliydi; ayrıca Kürtler ile Araplar arasındaki derin anlaşmazlık da onları Osmanlı’ya itiyordu; dolayısıyla ortada gerçek ve halka dayalı bir Kürt milliyetçisi siyasi akım o vakitler yoktu.
100 yıl önceden bugüne hızla atlıyorum. Şunu rahatlıkla iddia edebilirim: Modern anlamıyla bir ‘Kürt ulusal bilinci’ni ortaya çıkaran insan Abdullah Öcalan’dır.
Evet, geç kalmış bir milliyetçiliktir Kürtlerin milliyetçiliği ama bugün baktığınızda mitolojisinden kültürüne kadar her bakımdan dört başı mamur bir milliyetçiliktir.
Bu uzun ukala girişi yapmamın sebebi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın günler öncesinden “tarihi” nitelikte olacağı ilan edilen ve dün sabah yapılan konuşması.
Adına ‘Kürt sorunu’ dediğimiz, bizim coğrafyamızda neredeyse 150 yıllık tarihi olan bu meseleyi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın nasıl gördüğü, nasıl tanımladığı hep merak ettiğim bir şey oldu.
Bir şeyi daha kabul etmeliyiz: Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş yöneticileri arasında “Kürt sorunu”nun çözümü için en fazla adımı atmış (veya atmak zorunda kalmış) siyasetçilerin bir numarası Tayyip Erdoğan.
‘Kürt’ kelimesi üzerindeki kısıtlamalar, Kürtçe dili üzerindeki kısıtlamalar vs hep onun zamanında ortadan kalktı. “İnkar, imha, asimilasyon sona erdi” diyor ya Erdoğan, sahiden sona erdi. Bunu Abdullah Öcalan bile kabul etti.
Fakat şunu görmeliyiz: Nasıl Kürtlerinki geç kalmış bir milliyetçilikse, Türk milliyetçiliği de geç kalmış bir milliyetçilik. Türkiye’de de bu ‘ulus’u bir arada tutan tutkalın ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz, o yüzden aramızda tartışmalar, hatta büyük kavgalar var.
Türkiye’de Çerkes, Laz, Gürcü, Boşnak, Arap pek çok etnik kimlik baskılanmış ana diller ölmeye yüz tutmuş ve ‘Türk kimliği’ çatısına girmiş olsa bile, işte son 50 yıldır yaşıyoruz, Kürtler bu kimliğin çatısının altına girmediler, “Biz Kürtüz” dediler, demeye devam ediyorlar.
Peki 21. yüzyılda Türk ile Kürt’ü tek bir ulus çatısı altında tutacak tutkal nedir?
Tayyip Erdoğan, kendisinden önceki bütün ülke yöneticileri gibi bu soruya cevap aramak zorunda kalan bir lider oldu. İşte dünkü konuşma, onun bulduğunu düşündüğü cevaba ilişkindi. Erdoğan, tutkal olarak dönüp dolaşıp yine dinden söz etti, daha üst bir milliyetçilik teklif etti: Ümmetçilik.
Cumhurbaşkanı, ta Malazgirt’ten başlayarak Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki ittifaka ve bu ittifakın çimentosu olarak dine yaslandı dün. Yani bir anlamda geri döndü, Abdülhamid’in formülüne sarıldı.
Dün Erdoğan’ın konuşması hakkında kendimce görüşlerine güvendiğim birkaç kişiyle sohbet ettim, içlerinden bazıları Erdoğan’ı fazla ciddiye almamıştı, “Hamaset yapıyor” diyordu; bazıları dünkü konuşmayı Erdoğan’ın “Kürt sorununu hiç anlamadığı”nın bir nişanesi olarak görüyordu; bazıları ise Erdoğan’ı ciddiye almıştı ama onun “Olmayacak duaya amin dediği” kanısındaydı. Bir-iki kişi ise “Boşver bunları, önemli olan PKK’nın silah bırakması” diyordu.
Evet, elbette PKK’nın silahlı mücadeleden vazgeçmesi en önemli şeydi ama benim merakım şuydu: Erdoğan bunu bir “son” olarak mı görüyordu, bir “başlangıç” olarak mı?
Çünkü Abdullah Öcalan’a bakarsanız bu bir “başlangıç”tı; Kürt sorunu konusu silahların aradan çıktığı yeni bir aşamaya evriliyordu.
İlginçtir Erdoğan da bugünü bir “son” olarak görmüyordu. Gerçi konuşmasında zafer ilan ettiği bölümler yok değil ama yine de Erdoğan’a göre de artık “yeni bir şey” başlıyordu. Başlayan şey “Türkiye Yüzyılı”ydı.
Bu “yüzyılı” kendi partisi, MHP ve DEM Parti ile birlikte kuracaktı; başka kimseyi yanında istemiyordu. Önerdiği tutkal “Türk-Kürt-Arap ittifakı”ydı. Tutkal herkesi yapıştırmasa da olurdu ona göre, CHP’yi, İyi Parti’yi vs yanında istemiyordu.
Oysa Abdullah Öcalan’ın temsil ettiği Kürt milliyetçiliği seküler bir milliyetçilik; dinden çok etnik kökene, dile ve kültüre dayanıyor. Nitekim Türkiye’deki Kürtlerin oy verme davranışına baktığımızda da bu seküler kesimin ezici bir ağırlık taşıdığını görüyoruz. “Din kardeşiyiz” söylemi bir yere kadar geçerli. (Erdoğan, 2015 Haziran seçiminde Güneydoğu Anadolu’daki mitinglerinde Kuranı Kerim’in Kürtçe baskısını kürsüde elinde gösterdi ama o seçim seküler Kürt siyasi hareketinin oy patlaması yaşadığı seçim oldu.)
Baktığınızda bir yanda Türklerle Kürtlerin arasındaki 40 küsür yıllık etnik savaşın bitmesinin yaratacağı sonsuz imkanlar içinde bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığım tutkal arayışı tartışması var; bir yanda ise Erdoğan’ın aklından hiç çıkmadığı anlaşılan bir sonraki cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçim.
2007 seçiminde bütün Kürt oylarının yüzde 60’dan fazlasını almıştı Erdoğan ve Ak Parti, bugün Kürt oylarının yüzde 15’ini ancak kendine çekebiliyor, onu da Hizbullah’ın partisiyle ittifak sayesinde yapabiliyor.
Erdoğan’ın “din kardeşliği” temelli arayışı ona siyaseten bir fayda sağlamayabilir, hatta tam tersine seküler Kürt oylarının DEM Parti’ye daha fazla yönelmesine neden olabilir. DEM Parti’nin Türkiye’nin geri kalanında marjinal olmayan sola da açılmayı başaran bir modern program ortaya koyması ise Türkiye’nin siyasi dengelerini yerinden oynatabilir.
Kaldı ki bir şeyi daha gözardı ediyor Erdoğan: PKK ve terör yükünden kurtulmuş bir DEM Parti dönüp CHP ile çok daha rahat ve meşru bir ittifak kurabilir.
Bugün Tayyip Erdoğan’ın arayıp bulamadığı o ulusal tutkalı 1990’lı yıllarda en veciz dile getiren siyasetçi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmuştu, “Anayasal vatandaşlık” diyordu; Kürtlere hukuk devleti içinde eşitlik vaat ediyordu. “Herkesin etnik kimliği kendine, devlet etnik kimlikler karşısında kör olacak, hukuk önünde herkesin eşitliği sağlanacak”tı.
Ama dünkü “tarihi”konuşmasında Erdoğan’dan ne hukuk devleti vaadi duyduk ne daha fazla demokrasi ve eşitlik ne de modern seküler bir vizyon.
19. yüzyılda Sultan 2. Abdülhamid’in bakış açısıyla 21. yüzyıl sorunlarını çözemeyiz.