Keyifli bir günde Onat Kutlar’a,
“Şu Post-Modern dedikleri neyin nesi”diye takılacak olduğumda, önce muhteşem kahkahasını atıp, kalın-boğuk sesiyle, “İşin aslını bırakıp faslıyla uğraşmak” demişti.
Geçen akşam tamamen bu minvalde bir geyik muhabbeti yapılmakta olan bir televizyon programında, siyaset gündemimizdeki çok önemli bir davanın aslı bir kenara bırakılmış, ‘duruşmaların bir kanalda naklen yayınlanması’ gibi faslı üzerine “görüşler” beyan ediliyordu.
Üşenmeyip baktım, “öylesi bir durumda bunun önemli davalı lehine yol açacağı siyasi sonuçlar için” adı kadar şaşmaz bir kanaatle kendinden emin konuşan biri, 1960 dönemini bırakın yaşamış olmayı, ondan yirmi yıl sonra doğmuş.
Söz ettiğim o yıllarda televizyon yoktu bu ülkede.
Ama bir süre her akşam saat dokuz olunca, çoluk çocuk ailece bir ampullü radyonun başında toplanıldı.
“Sanıklar getirildi elleri bağlı olmayarak yerlerine alındı” öz-cümlesiyle küçük bir adadaki duruşmaların o günkü oturumu açılır, evlerde de her akşam banttan yayınlanan “Yassıada Saati” başlardı.
Davalar bitince o “sanıkların” üçü bir utanç olarak başka bir adada darağacında can verdi.
O gecelerde henüz bıyığı terlememiş bir yeni yetme olarak, dinlediğim yayınlardan duyduğum ürküntüyü hiç unutmadım.
Halkın kolektif bilinçaltındaki travma ise, o dehşet günlerini annesini karnında bile yaşamamış sözünü ettiğim gazetecinin tahmin edebileceğinden daha derindi.
Adalar, kendileri kadar, hikâyeleriyle de çeker beni.
Hemen her adanın mutlaka bir hikâyesi vardır veya sıradışı bir geçmişi.
Bir adada tatil yapmak romantik bir fikirdir de o öyküler, o tatiller kadar rahat ve yumuşak olmayabilir.
Çoğu bir sürgün yeridir adaların.
Çünkü adada yaşam serttir.
Doğanın hırçınlığını mesela, Troçki’nin sürgününe tanıklık etmiş Büyükada’da bile, İstanbul’un hemen dibinde, eski Adalıların rüzgâr görmüş yüzünde, dayanıklılığı sezilebilen beden yapılarında, yürüyüşlerinde ve en çok da ellerinde hissedebilirsiniz.
İleryoz veya İleriye (Yunanca Λέρος/Leros), Yunanistan’ın Güney Ege’de bize çok yakın olan bir adası.
Leros görünüşte huzur veren bir adadır.
Gelgelelim, Türk Aydınları eğer ona hazdan öte biraz daha yakın bir ilgi duyarsa, o hoş beyazlığın içinde Taki’nin tavernası’ndan belki daha az bilinen ama kirli bir geçmişin izlerini görebilirler.
68’de Cunta’nın ‘patriot’ Ritsos’u eziyet etmek için sürgüne gönderdiği iki talihsiz adadan biridir Leros.
Kumsalında gevşemiş uzanırken aklımızın ucundan geçmez ama bir ‘toplama kampı’ adası orası.
Yaşı ellinin üzerindeki ada sakinleri birer tanığıdır yaşatıldıkları o mahcup edici günlerin.
Büyük şair Ritsos’un, Bodrum’da başucumda duran toplu şiirleri kitabındaki “Acılı Yurdun Onsekiz Türküsü”nün on-altısını, orada, belki bizim Yalıkavak’a bakarak, Partheni’deki toplama kampında yazmış.
Sadece bir günde!
Ve bir başka büyük Yunanlıya, Theodorakis’e adamış.
Böyledir Yunanistan.
Keyifli yaşam tarzını elbette her göz görür; ama o halkın, gözle görülmeyen
kolektif belleği Angelopoulos’un
ışık tuttuğu gibi çilelidir.
Ada’daki Partheni bölgesinde yer alan kamp, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında bir ‘baskı ve dışlama mekânı’ olarak tarihe geçmiştir.
1950’ler-1980’ler arasında, Yunanistan’da siyasi rejimlerin muhalifleri bastırmak için kullandığı pek çok yapıdan biri olan Leros’ta Partheni, hem bir psikiyatrik hastane hem de toplama kampı olarak işlev görmüş.
Özellikle 1967-1974 arasındaki Albaylar Cuntası döneminde, sol görüşlü muhalifler, üniversite öğrencileri, entelektüeller, bugün LGBT olarak tanımlananlar o adaya gönderilmiş: “Susturma ve izole etme” amacıyla.
Rejim karşıtı olarak damgalananlar aileleri ya da toplum tarafından “uygunsuz” görülenler, akıl hastası olarak tanımlanan ama aslında sosyal normlara uymayan kişiler, yoksullar ve evsizler.
İnsanlık-dışı koşullarda, yoğun fiziksel ve psikolojik şiddet görerek, bir odada 70 kişi barındırılarak.
Partheni, aynı zamanda Leros Psikiyatri Hastanesi’nin bir uzantısı gibi işletilmiş.
Ancak norm dışı bireylerin “toplumsal çöplüğe atıldığı” bir kurum olarak.
Michel Foucault’nun “deliliğin tarihsel kontrolü” tezini hatırlatan bir yaşanmışlık sayılabilir.
1989 yılında İngiliz “The Observer” gazetesinde çıkan bir haberle ada dünya kamuoyunun dikkatini çekti.
Haberde, kampta insanların zincirlerle duvarlara bağlandığı, yıllarca yıkanmadan tutulduğu, şiddet ve istismara maruz kaldığı anlatılıyordu.
Bu skandal üzerine AB fonları ile bazı reform girişimleri başlatıldı.
Bu insanlık suçu durum “Leros: Island of Outcasts” gibi belgesellerde yer aldı.
Bugün de, Avrupa’daki “toplum dışına atma” politikalarının sembol alanlarından biri olarak anılıyor.
1989 yılında BBC tarafından, “Avrupa’nın suçlu sırrı” olarak nitelendi.
İnsan hakları savunucuları ve sanatçılar tarafından hafıza çalışmalarıyla “unutulmuş mahkumiyetlerin adası” olarak inceleniyor.
Leros’ta hâlâ aktif olan bir psikiyatri kurumu var ancak reformlardan geçmiş durumda.
Orada ‘insan hakları müzeleri’ kurulması önerilse de, o konuda ilerleme sınırlı.
Oray Eğin son yazılarından birinde, “Yunanistan’ın 12 adasının ekonomisi Türkler sayesinde dönüyor. Patmos ve Leros için fiilen Türk adaları diyebiliriz. Türkler ev tutuyor, günü birlik lokantalara gidiyor, otellerde kalıyor, plajlarda Türkçe konuşuluyor” diyordu.
Ona göre, Türklerden akan para ada esnafının da dengesini bozmak üzereydi.
Meşhur balıkçı Mylos artık Türklerden rezervasyon almamak gibi bir şımarıklığa girmişti. Çünkü masa ayırtıp gelmiyorlardı.
Leros’a düşkün Türkler arasında, orada evler tutmuş “sol görüşlü” olarak adı geçen, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler olduğu biliniyor.
Başta sözünü ettiğim 60’ların Yassıada’sına dönersek; bir süre önce ona ‘Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ adı verildi.
Tanıtımında yazılanlara göre, adada inşa edilen bir otelden, “İstanbul’un silüetinin ve Marmara Denizi’ne bakan Prens Adaları’nın nefes kesen manzarası” görülüyormuş.
Acaba, eğer Leros’un geçmişinden az da olsa bilgileri varsa, ona düşkün iddialı “aydınlarımızın” dolunaylı bir gecede akıllarından orada yaşanmış insanlık acıları şöyle bir gelip geçiyor mudur?
Ve içlerinde, bir gece olsun Yassıada’da konaklamış ve oradan mehtapta “İstanbul’un nefis manzarasını” izlemiş veya bunu yapmayı düşünenler var mıdır?