Karanlık Hollywood Filmlerinden Fırlamış Sütü Bozuk Mahlûklar
26 Temmuz 2025

Sanki hayatımızı kötülüklere hazırlamak için yapılmış bazı berbat filmleri seyrederken, Oscar Wilde’ın ters köşe önermesini anıyorum.

Evet, “Hayat bakmayı sanattan öğreniyor.”

İnsanların diri diri can verdiği bir ormanı bile isteye yakabilen bir mahlûk o filmlerin kim bilir hangisinden fırlamış biridir.

Ülkede cirit atan bilumum yabancı gizli servis elemanlarını ve onların insan olarak alçalabildikleri hainlik seviyelerini etrafımızdan önce o filmlerde görmüyor muyuz…

Filmini düşünen- yazan-yapandan, oralarda üreyen hayattaki replikalarına,

neyin nesidir o kafa?

Hastanede geçirdiğim son üç gecenin birinde karşımdaki boş duvara bakarken orada şöyle bir sahne düşledim.

Sıkıntılı bir adam, bir sabah uyanınca kendini -böcek olarak değil- Hollywood’un distopik filmlerinden bildiğimiz ‘gizli görev için seçilmiş bir uğursuza’ dönüşmüş olarak bulur.

Kurduğum o hayâl de durup dururken oluşmuş sayılmaz. 

Birkaç gün önce bir dostumla telefonda üzerine bir yazı yazdığım ‘sivrisinek patlaması’ muhabbetini yaparken, sanki gördüğü bir filmden hatırlıyormuş gibi, “Deyyuslar uçaklardan üstümüze döküyorlarmış” demişti.

Bu tür bir senaryo, uçaklardan üzerimize sivrisinek larvalarının atılması, ilk bakışta bilim-kurgu gibi görünse de hem tarihsel hem de metaforik olarak oldukça güçlü ve ürpertici bir zihniyete dayanıyor.

Kanımca kurcalanabilecek sorular şunlar:

“İnsan aklı, doğayı ve toplumu hangi noktada ‘kendi malı’ olarak görmeye başlar ve bunu yaparken de hangi ‘vicdan sınırlarını’ aşar?”

Doğayı bir ‘makine’ addeden ultra teknokrat zihin, onu, ya ‘kendi amaçları için derhal dönüştürülmesi’, ya da ebediyen ‘sırtı yere getirilerek ona diş geçirilmesi’ gereken, ‘ilerlemenin (!) önünde bir engel’ gibi görebiliyor.

Bu bölgede yeterince sivrisinek yok. Dengeler bozuldu. Yeterince kaos yaratmazsak, insanların bağışıklık tepkileri yeterli olmaz. O hâlde dışarıdan müdahale gerek.” 

Gibi.

Burada ‘doğa’, kendi başına bir özne değil. 

Sürekli kontrol altında tutulacak, ayar verilecek, gerektiğinde yapısı kökten kurcalanacak bir veri seti’dir.

Biyolojik mühendisliğin bazı etik dışı amaçları, genetiği değiştirilmiş sivrisinekler ya da başka biyolojik ajanlar üzerine söylentilere gerçekten de ‘acaba’ dedirtebilir.

Bu tür projeler, önce filmlerde sonra hayatta görüldü çünkü.*

ABD ve Brezilya’da genetiğiyle oynanmış sivrisinekler belli bölgelerde Zika ve Dengue virüsüne karşı salındı. 

Ama bu deneylerin halktan gizlenmesi ya da yetersiz bilgilendirmeyle yapılması, “acaba benzerleri başka neler için kullanılıyordur’ sorusunu da akıllarda tetikledi. 

Nitekim, farklı gerekçeler öne sürülse de, Bill Gates’in bu alandaki bazı “girişmeleriyle” ilgili de yakın dönemde komplo teorileri üretilmişti.

Gene bazı haberlere göre de genetiği değiştirilmiş ve ‘ölümcül hâle getirilmiş’ sivrisinekler gerçekten artık Türkiye’de de görülüyor.

Bill Gates’ten sonra, Çin’de yeni kurulan dünyanın en büyük ‘sivrisinek fabrikası’ (!) haftada 20 milyon kısırlaştırılmış erkek sivrisinek üretiyormuş.

Bir larva, doğanın döngüsü…

Ama bir laboratuvarda üretilmiş larva ve sivrisinek gibi netameli bir konudaki tuhaf ısrar, ardında bir irade aranmasına sebep olabilir.

Böyle şeylere -benim gibi- kuşkuyla

bakanlar, Doğayı ‘toplumu manipüle edilebilir görme iradesini’ yeni bir tartışma konusu olarak görebilir, projelerin ardındaki öngörüldüğü öne sürülen fikir o olmasa dahi.

Bir zihniyet için canlıların da krizlerin de birer araç olduğunun akla gelebilmesi illa da “komplo teorisi” denilerek savsaklanamaz.

Sivrisinek salgını, sonra panik, sonra ilaç satışı…vs.

Çok uydurma döngüler değil bunlar.

Bu saatten sonra “Kapıldım bahtımın Rüzgârına” teranesini mırıldanıp laylaylom yaşamayı seçer, böyle şeylerden uzak durabilirsiniz ama iklim krizinde olduğu gibi sonuçlarından kaçamazsınız.

“Halk korkmalı. Ama ne kadar? Ne zaman ilaca razı olur? Peki, yeni bir ilaç daha hazır. Belki biraz daha sivrisinek?”

Böyle düşünceler, şeytanî birer fanteziden ötede, pazarlama, biyopolitika ve psikoloji dünyasının geçmişte de kuşku yaratmış hâllerinin devamı gibi algılanabilir.

Geçen gece düşlediğimi yazdığım, “bir sabah uyandığında kendini gizli görev verilmiş bir mahlûk olarak bulan kişi” üzerinden, başka bir sahne düşünerek devam edelim.

Bir uçağın içinde, beyaz önlüklü bir görevli, kutulardaki larvaların sıcaklığını kontrol eder.

Yanındaki pilot sorar:

“Gerçekten işe yarayacak mı?” 

O ise sadece bilgisayar ekranına bakar:

“Halk üç gün içinde ilaç için sıraya girecek.

Bağışıklık eşiğini düşürmemiz gerekiyordu. Larvalar sadece araç.”

Dışarıda gökyüzünden yağmur gibi dökülen noktacıklar…

Ama bu kez su değil.

Sivrisinek doğuran tohumlar.

Bu görevi kabul eden bir yaratık’ta ‘İnsan’dan geriye kalmış’ ne olabilir?

Belki aslında ‘hiçbir zaman insan olamamışlık’ olamaz mı?

Gökyüzünden sivrisinek doğuran tohumlar dökülürken, o yukarıdan izliyordur belki. Kaskının içinden, steril bir vizörün ardından. 

Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi.

Çünkü o, görev ile ahlâk arasındaki farkı çoktan silmiş bir varlıktır.

Sonunda da, Vicdan’ı tamamen silmiş bir zihin.

O artık bir yaratıktır da, bilim laboratuvarlarında yaratılan türden değil.

Sistemin kendisi tarafından “işe yarar hâle getirilmiş” bir yaratık.

Ondan da korkuncu, bir üstü, onun ardındaki “Kendini Tanrı Zannedenler”dir.

Doğa artık yetersiz. Müdahale şart.

Biz düzeltmezsek, kim düzeltecek?” 

Bu ruh hâli, doğaya merhamet duyan birini değil, onun üstünde hüküm kurma peşinde birini düşündürebilir:

“Tanrı’nın yokluğunda tahta çıkan bir sahte hükümran.”

(Bir dost onlara “modern rahipler” diyor.) 

Halkın %83’ü zaten bu döngüye adapte olacak” diye düşünmek onlara yeterli gelebilir. 

Peki, geri kalanlar?

Sistem onları çoktan gözden çıkardı.

Bir sabah bir ‘gizli görev verilmiş bir yaratık’ olarak uyanışını hayâl ettiğim karakterle biraz daha devam edelim:

O kötülükten zevk alan bir cani olmayabilir. 

Çünkü daha kötüsü de mümkün:

Kötülüğün farkında bile olmayan biri.

O soru sormadan üstlerinle, sosyal ağıyla uyum sağlar. 

Emir alır. Düğmeye basar. 

Ama durup bakmaz.

Çünkü bakarsa, görür.

Görürse de sorular başlar.

Ama o artık soru sormayan bir yaratığa dönmüştür.

“Sarı ışık yandı. Gökyüzünde yumuşak bir hırıltı.

Mavi kutular, ardı ardına açıldı.

Yüz binlerce larva, toprakla buluştu.

Aşağıda insanlar başlarını kaldırdı;

önce merakla, sonra korkuyla.

Uçağın içindeki yaratık, monitörüne baktı sadece.

Tüm koordinatlar yeşile dönmüştü. Görev tamamlandı, dedi.”

Evet o artık yalnızca bir ‘görev yapan’dır.

İnsandan epey aşağıda bir şey.

Ama bir Sistem’in çökmesi belki ona vicdanın geri dönüşü için bir son şans sayılabilir:

Unutulanın hatırlanması.

Sessizliğinin kırılması. 

Neden bastın o düğmeye?”

“Bir çocuk sana baksaydı, gözlerini kaçırmadan, bakabilir miydin?”

“Sen yapmasan biri yapacaktı” demiştin.

Ama sen yaptın.”

“O düğmeye sen bastın.

Gözlerin açıktı.

Kendi ellerine bakıyor. Eldivenleri çıkarıyor. 

Avuç içleri titriyor. 

Ne zaman son kez merhamet duydum?”

“Ne zaman korktum?”

Oturuyor.

Kafasını önüne eğiyor.

Ve ilk kez… karar/etki/emir beklemiyor.

Kendi kararını verecek kadar çökmüş durumda.

İnsana dönüşmeye belki yetebilecek kadar acı içinde.

Artık emir yok.

Artık sistem yok.

Artık ben varım.”

Ve ben:

“Ben kimim?”

Ya da, 

“Ben neydim?” 

Uçak sessiz.

Ekranlar kararmış.

Gökyüzü hâlâ gri, ama artık veri akmıyor.

Oturduğu koltukta bir hareketlilik değil, bir yığılıp kalma var.

Parmaklarını hareket ettiriyor: 

hiçbir şey olmuyor.

Ama bir içses var.

Uzun süredir duyulmamış ama şimdi bir kez daha işitiliyor:

“Ne zaman son kez merhamet duydum?”

Max Weber’in “bürokratik akıl” kavramı budur.

Emirleri sorgulamayan,

Sayılarla insan arasında bağ kuramayan,

Sistemi kutsayan memur zihniyeti.”

Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ı “kötülüğün sıradanlığı”nın örneği bir tip olarak tanımlar:

Adam cani değildi. Düşünmeyen bir teknokrattı.”

Tarihte “insanlığı kurtarma” iddiasıyla çok korkunç projelere imza atılabildiğini hepimiz biliyoruz:

Nazi doktorları (tıbbi deneyler); Mao dönemindeki “Büyük İleri Atılım” planlamacıları (kitlesel açlıklar); ABD’de MK-Ultra projesi (zihin kontrol deneyleri)…

Hepsinde “yüksek amaçlar” için bireysel hakların feda edilebileceği düşünüldü.

Ama “Vicdan aklın etik sınırıdır” denir.

Sistem büyüdükçe, bu sınırı bir parazit olarak görmeye başlar.

Çünkü Vicdan kararları yavaşlatır.

Sistem ise hız istiyor.

Kesin Karar istiyor.

Rakam istiyor.

Ölenlerin adı değil, toplam sayısı yazılıyor raporlara.

O yüzden ultra teknokrat acaba şöyle mi düşünüyordur:

İnsanlar hata yapar. Sağlam Sistem yapmaz. O hâlde karar sistemden gelmelidir.”

Bu, sistemin zaferidir.

Ve insanlığın da en derin yenilgisi.

Düşümdeki mahlûk devam etsin:

Kalktım, yürüdüm…

Bir yere değil.

Bir varlık hâlinden…

bir hiçlik hâline.

Yol boyunca her şeyin sesi vardı.

Ama ben artık duymuyordum.

Yani ne af, ne ceza.

Ne bağışlanma, ne mahkûmiyet.

Sadece: “olmamış gibi olmak.”

Yaratık’ın sonu böyleyse, bu bir ölüm değil.

Bir çözülme.

Bir silinme.

Var olan her anlamın kendi ağırlığıyla çökmesi.

“Yokum çünkü artık bir hiçim.”

Komplo teorilerindeki “vicdansız anti/kahramanlık anları”na zaman zaman akıl erdirmeye çalışıyorum. 

Derken, genellikle hep böyle sahneler belirliyor zihnimde.

Bir karakter (ya da grup), insanlık dışı bir soğukkanlılıkla, etik dışı kararlar alabiliyor ve bu kararlar, büyük bir yıkıma rağmen “daha büyük bir amaç” için kamu nezdinde haklılaştırılıyor.

“Vicdansızlık anları’ dediğim aklın yoldan çıkma durumu, komplo teorilerinin çekirdeğini oluşturan “görünmeyen kötülük” imgelerini besliyor.

Tekrar aynı soru: 

Bir ormanı bile-isteye tutuşturan nasıl bir canlıdır?

Planın etik dışı yanı da işte o muamma’dır.

Kim bulmuştur onu?

Ürkütücü düşünceler, çoğu zaman bir iç boşluğu doldurmak, kontrol edilemeyeni anlamlandırmak için gelişir.

Bu nedenle şu sorular kritik:

Bir sistem seni vicdanından koparıyorsa, hâlâ insan mısın? 

İnsan niçin böyle korkunç şeyleri düşünür?”

İnsan, belirsizlik karşısında panikliyor.

Anlamlandıramadığı büyük olayları (salgınlar, savaşlar, krizler) kendi kontrol alanına çekmek ister. 

“Eğer bu kadar büyük bir şey olabildiyse, arkasında bir irade olmalı” diye düşünür. 

Belki bunun için, Baudrillard “Karanlıkta kalmaktansa, en korkunç açıklamaya bile razıyız” diyor.

Tarih boyunca halklar birçok kez böyle kandırıldı, kullanıldı, kurban edildi, bunu da elbette hepimiz biliyoruz.

Bu yüzden Kolektif Hafıza, her yeni krizi “yine aynı şey mi oluyor?” paranoyasıyla yorumlamaya hazır hâlde.

Komplo teorileri, bir travmanın bir çeşit savunma mekanizmasıdır. 

Bazılarımız böyle dönemlerde kendilerini Tanrı gibi konumlandırmaya sığınır.

Kim yaşamalı? 

Kim ölmelidir? 

Hangi toplumlar temizlenmeli?

Komplo teorileri abartılıdır denir; ama tarihte gerçekten öyle şeyler düşünülmüş ve çok feci şeyler yaşanmıştır.

Şöyle iğneleniyorlar o kafada yeni tip bir teknokratı; 

“Vicdan kelimesi zihnime geldi bir an. Arattım. Veri arşivinde karşılığı yok” diye yazmış günlüğüne.

Bu kelimenin yokluğu, bazen bir kıyamettir. 

Eğer akıl, sadece hesap yapıyorsa, eğer bir canı sadece enerji girdisi ve çıktı dengesiyle değerlendiriyorsa, o hâlâ bir akıl mıdır? 

Yoksa soğuk bir algoritma mıdır?

Bir görüşle de aklın çürümesi midir?

Keşke biri çıkıp şöyle deseydi o günlük tutan teknokrata:

“Biraz Yavaşla. Bir çocuğun kahkahasını ne zaman ölçtünüz en son?

Ya da yaşlı bir kadının sabahın erken ışığına hüzünle bakışını?

Bunları kayda geçiren veri kümen de var mı?”

Yoktur. 

Çünkü öyle sorular veri değil, vicdan meselesidir.

Ve Sistem, onlara bakmaz.

Bir düğmeye basan o adam, o düğmenin bir çocuğun bedenine neler yaptığını görmez.

Bir ağacı tutuşturan da diri diri yakacağı insanları. 

Görse de, görmemeye eğitilmiştir.

İnsanı dışlamak, “Onlar bizden değil” algısı tam da böyle büyüyor. 

“Zaten onlar bizim gibi değil. 

Teröristlerin çocukları onlar.”

“İnsani yardım mı! 

O çocukların ailesi benim düşmanım.” 

Galiba savaşmanın en eski psikolojik tekniğidir buymuş:

Önce karşındakini insanlıktan çıkar. Sonra onun acısına duyarsızlaş.”

Antik çağlardan bugüne, öteki’ne yapılan her haksızlık benzer gerekçelerle başlıyor.

Oysa insan acı çeker. 

Ama “düşman unsuru” ile o acı yok edilir.

Bir insan evlâdı, yurdu yıllardır yerle bir edilmiş perişan bir halkın çocuklarına dağıtılacak yardım yiyeceklerini bile berhava etme emrini nasıl kabul eder?

İnsanlığın en karanlık noktalarına işaret eden bu soruyu bir başkasıyla da birleştirebiliriz:

“Kötülük nasıl olur da bu kadar soğukkanlı, bu kadar mantıklıymış gibi görünür?”

“Herhalde, “Amaç kutsal, araç zorunlu” diyen bir zihniyetle mümkün oluyor bu. Kimileri bu kafayı insanlığın iyiliği için diye görebiliyor. Susup bakıyor.

“Yardım konvoyu, düşman güçlerin moralini yükseltebilir.”

“Bir görüşü yenip BİZİMKİNİ EGEMEN YAPMAK gereği, aç insanlardan daha acildir.”

Burada konuşan vicdan değil bir hesaptır.

Çocuklar rakamdır. 

Yardım “lojistik unsurdur.”

Böyle ve sair gerekçelendirmelerle Bireylerin acısı, “stratejik istisna”ya indirgeniyor.

Bu zihniyetin temel formülü kanımca kısa:

Birilerinin masum olsalar bile ölümü, “BÜYÜK DÜZENİ” korumak için kabul edilebilir bir şeydir.”

Yani kötülük, bir matematik problemi gibi sunulur.

Ve orada Sistem’e itaat ve kişisel sorumluluğun silinmesiyle insanlık kaybeder.

Politik bağlantılar, teşkilatlar, İsviçre Alpleri’ndeki toplantılar, bürokrasi, hiyerarşi, emir-komuta zincirleri, ahbap çavuş network’ları , sosyal medya ‘like’ları, sen-ben-bizim oğlan yankı odaları…

Hepsi kişisel sorumluluğu “buharlaştırmak” için var.

***

*Bu yazının devamı, “Uzun Bir Dip Not”, yarın.

ÇOK OKUNANLAR