Mahfi Eğilmez “Eski Türkiye’den Bir Sokak ve Bir Apartman” başlığıyla kaleme aldığı yazısında Türkiye’nin eskiden mutlu ve umudu olan bir ülke olduğuna dikkat çekti.
Mahfi Eğilmez’in en düşük gelirli insanların dahi eskiden karpuzu bütün, elmayı kiloyla aldığına değindiği yazısı şöyle:
“1950’lerin Ankara’sında iki katlı bahçeli evler vardı. Biz Atatürk Bulvarı’nın hemen altındaki sokakta, bahçe içinde iki katlı bir evin alt katında kirada otururduk. Oturduğumuz Adakale Sokak, Ankara’nın en iyi sokaklarından birisiydi ve babamın memur maaşıyla orada kirada oturabiliyorduk. Yanımızdaki evde üst katta ev sahibi bir anne kız, orta katta bir tüccar ve ailesi, bodrum katta da SSK’de çalışan dul bir anne ve üç çocuğu otururdu. Öteki yanımızda İngiliz Kültür Heyetinin üç katlı binası vardı. Onun hemen altında bir serbest avukatla eşi ve üç çocuğu vardı. Hepimiz arkadaştık, birlikte okula gider, okul sonrası birlikte oynardık. Bütün mahallede yalnızca tüccar ailesinin arabası vardı. Bir de babamın makam arabası. O arabaya bir kez bile ne annemi ne de bizi bindirdi babam. Kendisi de yalnızca evden işe giderken ve işten eve dönerken kullanırdı. Sokaktaki evlerin tamamı iki katlıydı: Genellikle üst katlarda ev sahipleri, alt katlarda bizim gibi kiracılar otururdu. Evlerin bahçeleri bizim oyun alanlarımızdı. Kimse kimseye hava atmazdı o zamanlar. Aslına bakarsanız o zamanlar öyle hava atacak kadar farklar da yoktu. Tüketim malı ithalatı falan kısıtlıydı. Hiç kimse pahalı spor ayakkabılar, cinler, çantalar ya da gözlüklerle hava atma lüksüne sahip değildi. O nedenle kimse kimsenin zenginliğini, fakirliğini pek bilmezdi. O zaman karpuz böyle dilimlenmiş olarak veya elma taneyle satılmazdı, en düşük gelirlimiz bile karpuzu bütün ve elmayı kiloyla alacak kadar gelire sahiptik. Herkes iyi kötü et yapabilecek, bilemedin kıyma alıp köfte yoğurabilecek durumdaydı. Gelirler mi yüksekti yoksa üretim mi daha çoktu, satın alma gücü mü yerindeydi hatırlamıyorum ama kimse yiyeceğinden içeceğinden bugünkü gibi kısmazdı. Kimse bahçede barbekü falan yapmazdı. Ayıp sayılırdı, görgüsüzlük sayılırdı böyle şeyler. Bahçelerde kayısı, kiraz, üzüm, şeftali yetişirdi. Mesela bizim evin bahçesinde kayısı, ayva, yan komşunun bahçesinde erik, üzüm, öteki taraftaki komşunun bahçesinde elma ve armut olurdu. Bütün bu meyveler mahalle çocuklarının emrine amade birer açık hava meyve sofrası gibiydi. İlk toplananlar mutlaka komşulara birer tabak içinde verilirdi. Onlar da aynısını yapardı. Gelir dağılımı böyle farklı değildi. Zenginlerle orta halliler, hatta fakirler aynı yerlerden alış veriş yapar, aynı pazara giderdi. Okuldan gelir, yemeğimizi yer, varsa ödevimizi yapar, bahçeye çıkardık. Akşam yemeğine kadar da eve su içmek ve meyve almak dışında girmezdik. Birbirimizin evi kendi evimiz gibiydi. Kimin evine yakınsak oraya girer hep birlikte su içer, meyve alır dışarı çıkardık. Hava aydınlıkken, futbol, dokuztaş, yakan top, ebecilik, hava kararınca da saklambaç oynardık. Bırakın cep telefonunu, çoğu evde sabit telefon bile yoktu. Sonsuz bir özgürlüğün tadını çıkarırdık. Şimdiki çocukların evde tabletlerde oynadığı sanal oyunların gerçeğini bahçede, sokakta oynardık.
Evimize en yakın okullara giderdik. Öyle servis arabası falan yoktu. Bize en yakın okul Mimar Kemal İlkokuluydu. Yüksel Caddesinde bahçe içinde giriş katıyla birlikte üç katlı tarihi bir binaydı. Sınıflar kalabalıktı. Bizim sınıf 60 kişiydi. Üç kişi bir sırada kızlarla erkekler yan yana otururduk. İlkokuldan sonra ablam Ankara Kolejine, mahalleden iki arkadaşımız Galatasaray Lisesi’ne gittiler. Geri kalanlarımız Ankara’daki ortaokullara gittik.
Kimsenin çakarlı aracı yoktu
1950’ler süresince Ankara’da Adakale Sokak’ta kiracı olarak oturduğumuz evden 1961 yılında çıktık. O yıl babam o zamanki Kredi Bankası’ndan on yıl vadeyle aldığı kırk bin lira krediyi, kendi birikimi olan otuz bin liranın üzerine koyarak yetmiş bin liraya o zamanki adı Ahmetler Caddesi olan caddenin Olgunlar Sokak ve Tunalı Hilmi Caddesiyle kesiştiği yerdeki Uğur Apartmanından bir daire satın almıştı. Borçlu olmak onu inanılmaz rahatsız ediyordu. Her ayın ilk günü maaşını alır almaz bankaya gider kredi taksitini öderdi. Herhalde ondan gördüğümüz için olacak bizler de borçlanmayı hiç sevmedik. Oysa enflasyonun olduğu ülkede borçlanmak akıllılıktır. Uğur Apartmanı, beş katlı mütevazı bir apartmandı, her katında iki daire vardı. On daireden üçünde milletvekilleri otururdu. Diğer dairelerde oturanlar toplumun çeşitli kesimlerinden insanlardı: Bir ordu komutanı, emekli bir ağır ceza hâkimi, müteahhit, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının bir üyesi, restoran sahibi. Milletvekillerinden birisi bakanlık ve TBMM Başkanlığı da yapmış olan İsmet Sezgin’di. Dairelerden birinde de dönemin önde gelen Türk sanat musikisi bestekârı İsmail Baha Sürelsan ve eşi otururdu. Bu, birbirinden tamamen farklı aileler arasında hiçbir mevki, makam farkı yoktu. Herkes birbiriyle selamlaşır, bayram ziyaretlerine gider, hatır sorar, bizler de apartmanın arka tarafındaki bahçede birlikte oynardık. Bugünkü Kocatepe Camiinin yeri o zaman boştu, orası bizim futbol sahamızdı. Hiç kimse ötekinin ne kazandığını, ne harcadığını merak etmezdi. Zaten aşağı yukarı gelirler ve harcamalar da birbirine yakındı. Müteahhit olan daire sahibi daha fazla kazanırdı ama hiç belli etmezdi. Yanımızdaki, karşımızdaki apartmanlarda da durum aynıydı. Toplumun her kesiminden insanlar aynı apartmanlarda yan yana oturur, üç aşağı beş yukarı benzer yaşamlar yaşardık. Hepimiz aynı okullara giderdik. Erkekler, o semte o zaman en yakın okul olan Atatürk Lisesine, kızlar Ankara Kız Lisesine giderdi. Bazı çocuklar da Ankara Kolejine giderdi. Bizim aile karma bir yapıdaydı bu açıdan: Ablam Ankara Kolejine, biz de erkek kardeşimle Ankara Atatürk Lisesi’ne giderdik. Milletvekilleri bizlerle aynı binalarda oturup, çocukları aynı okullara gittiği için halkın dertlerini bilirler ve bu dertleri Meclis’te dile getirirlerdi. Kimsenin geçiş üstünlüğü, çakarlı araçları yoktu. Kimse torpil aramak, ayrıcalık yaratmak için uğraşmazdı, öyle şeyler bilinmezdi. Sınavlarda haksızlık yapıldığına ilişkin bir iddia ortaya atılması bir yana böyle bir şey düşünülemezdi bile. Herkes hakkıyla girer, hakkıyla çıkardı.
Birbirimize olan saygı ve sevgiyi kaybettik
Okullara genellikle yürüyerek gider, yürüyerek dönerdik. Yağmur ve kar yağarsa otobüse binerdik. Bu yürüyüş geleneğimiz üniversitedeyken de bozulmadı. Sınıf arkadaşım Hasan bizden biraz daha yukarıda otururdu, o gelirdi ben de onu görünce aşağı inerdim konuşa konuşa giderdik Cebeci’deki Mülkiye’ye. Yaklaşık kırk dakika falan sürerdi yol. Öğleden sonra ders bitince ben biraz kantinde takılırdım sonra yine yürüyerek eve dönerdim. Üniversite yaşamımda otobüsle okula gittiğim gün sayısı bir elin parmaklarından fazla değildir. Haftada bir, bazen iki kez sinemaya giderdik. Bugünkü fiyatlarla karşılaştırınca neredeyse bedavaymış o zamanlar sinema.
Kentlerde yaşayanların keyfi yerindeydi ama köylerde yaşayanlar mutsuzdu diye yorumlayanlar var o günleri. Bu doğru değil. Köylü de çiftçi de mutluydu. Tek sorun köylerde okul ve hastane sorunu vardı. Sonraki yıllarda bu sorunlara yoğunlaşıp onları çözerek köylüyü ve çiftçiyi yerinde tutacağımıza onları kentlere yönlendirdik. Sonuçta kentler kalabalıklaşıp beton yığınlarına dönüşürken köylerimiz boşaldı. İnsanlar tarımı ve hayvancılığı boşladılar. Çocukluğumuzun kendi kendine yeten ülkesi her şeyi ithal eden bir ülkeye dönüştü. Kaybettiğimiz yalnızca ekonomiyle ilgili şeyler olsa o kadar da önemli sayılmazdı. Çünkü onları yeniden derleyip toparlamak mümkün olabiliyor. Biz asıl olarak ahlâkı, birbirimize olan saygıyı ve sevgiyi kaybettik. İnsanlar her giriş sınavında hile yapıldığına inanıyor, enflasyon verisi inandırıcı görülmüyor, büyüme verisi tartışmalı, işsizlik oranı tuhaf, bütçe açığı tutarsız görünüyor, adalete güvenilmiyor. Yapılan anketler insanların büyük çoğunluğunun, devlete, devlet kurumlarına ve onların yaptığı açıklamalara inanmadığını ortaya koyuyor.
Geçmişin en kötü yanı askeri darbelerdi
Geçmişin en kötü yanı askeri darbelerdi. Darbeler devletin her köşesini ağır biçimde yaraladı, zedeledi ama hepsinden fazla üniversiteyi perişan etti. Her darbede üniversitenin hocaları işten atıldı, üniversiteden uzaklaştırıldı, bazıları hapse atıldı. Sonuçta üniversiteler suyunun suyunun suyu diyebileceğimiz hocalara kaldı. İçlerinde çok saygın ve değerli olanları var kuşkusuz ama bu sayı çok düşük ne yazık ki. Mülkiye’de doktora yapmaya karar verdiğimde Tuncer Bulutay Hoca bana “hem maliye müfettişliği yeterlik sınavına hazırlanıp hem de doktora yapamazsın. İkisi de ciddi işlerdir” demişti. Haklıydı, üç yıl süren muavinlik döneminde bir yandan turneye gidip, yorucu teftiş ve incelemelerle uğraşırken yeterlik sınavına hazırlanmak bir yandan da doktora kurlarına gidip onun yeterlik sınavına hazırlanmak çok ağır olacaktı. Bu durumda önceliği mesleğime verip yeterlik sınavına hazırlanmaya karar verdim. O aşamaları geçtikten sonra doktoramı yaptım. Aradan zaman geçti üniversitede lisans ve yüksek lisans dersleri vermeye başladım. Yüksek lisansta ilk derste öğrencilere hangi amaçla yüksek lisans yapmaya geldiklerini sorardım. Erkek öğrencilerin bir bölümünün askerliği erteletmek için geldiklerini öğrendiğimde hem çok şaşırır hem de üzülürdüm. Askerliği erteletmek için yüksek lisans yapmak! Dünyada örneği var mıdır böyle bir şeyin bilmiyorum. Bu yanıtları duyunca gözümün önüne Tuncer Hoca’nın eğitimi ciddiye alışı gelirdi. Oradan buralara geldik biz.
Eski Türkiye’nin hep iyi taraflarını anlatıyorsun kötü tarafı yok muydu diye soranlar oluyor sık sık. Olmaz olur mu vardı tabii. Darbeler vardı, ambargolar nedeniyle yaşanan yokluklar vardı, enflasyon vardı, silahlı sağ – sol kavgaları vardı, fakirlik vardı, altyapı eksikleri vardı. Ama eski Türkiye’nin en kötü zamanlarında bile gelecek umudumuz çok daha güçlüydü. Şimdi daha zenginiz belki ama umudumuz eskisi kadar güçlü değil.