Son zamanlarda içimde büyüyen, cevabını bir türlü bulamadığım bir soru var: Acaba biz bir yerlerde yanlış mı yaptık?
2000’li yılların hemen öncesinde ya da sonrasında doğmuş gençlere bakıyorum… Ve bir uçurum görüyorum. Ama öyle gözle görülür bir uçurum değil bu, daha çok ruhsal bir derinlik, bakış açısında bir kırılma, tutunma refleksinde bir eksiklik ya da fazlalık…
Bir grup var ki, sanki sırf aileleri mezun oldum desin diye üniversite okumuş. O diplomaya dokunmuş ama iş üretmeye, hayata karışmaya, sorumluluk almaya geldiğinde büyük bir duvar örmüş araya.
Sosyal fobi mi? Belki.
Ama çoğu zaman bu bir fobi değil, bilinçli bir geri çekilme hali.
Hayatın gürültüsünden, sahte rekabetlerinden, anlamsız hedeflerinden kendini uzak tutmaya karar vermiş gibi duruyorlar.
Zekiler. Çok da farkındalar.
Siz bir şey anlatmaya başladığınızda öyle bir noktadan öyle bir yerden yakalıyorlar ki konuyu, kendi haklılığınıza bile şaşırıyorsunuz.
Ama beklentileri neredeyse yok.
Siz “Ama çalışman gerek, üretmen gerek, bu hayat böyle…” dedikçe onlar diyor ki:
“Peki ya neden? Ne için? Nereye varacağız ki sonunda?”
Sonra bir de diğer grup var.
Aileden gelen maddi destekle hayatı çok da zorlamadan geçirebilecek, bir aile şirketinde masası hazır, “isterse” yol alabilecek gençler.
Ama bu çocuklar tam aksine kendi yollarını seçmiş.
Bazen eğitimiyle hiç ilgisi olmayan bir mesleğe gönül verip, sıfırdan başlayarak kendi emeğiyle bir başarı öyküsü yazmış.
Destek almadan, konfor alanından çıkmayı göze alarak…
Ve kendime şu soruyu sormadan edemiyorum:
İkinci grup, sırtını dayayabileceği bir duvarın orada olduğunu bilmenin güveniyle mi risk alabiliyor?
Yoksa ilk grup zaten kendi içinde öyle bir boşlukta ki, beklentisizlikleri aslında bir umutsuzluk mu?
Ben bu sorularla ilk oğlum Ali üzerinden tanıştım.
Sonra arkadaşlarımın çocukları, sonra onların arkadaşları derken bir nesli izlemeye başladım.
Ve gördüm ki bazıları hayata dört elle sarılmak için ayakkabıya, arabaya, çantaya tutunuyor; bazılarıysa bırak tutunmayı, banyoya gitmek için bile enerji toplayamıyor.
Televizyon izlemiyorlar.
“İzleyip ne olacak? Daha da mı bozulayım psikolojik olarak?” diyorlar.
Tüketmiyorlar, çünkü bir ihtiyaçları olduğunda ailelerinden istemek zorlarına gidiyor.
O bile bir yük gibi geliyor onlara.
Ve işte tam bu noktada sarsılıyorum.
Çünkü biliyorum ki beklentisiz yaşanmaz.
Umutsuz da yaşanmaz.
Ve başarı, her zaman çok para kazanmakla ölçülmez.
Peki biz bu iki ucu nasıl ortalayacağız?
Birine “Hadi!” derken ötekini kaybetmeden…
Birinin yükünü hafifletmeye çalışırken öbürüne ilham vermeyi unutmadan…
Belki de bugünün en büyük ebeveyn sınavı bu.
Ne çocuklarımızı yarış atı gibi koşturmak, ne de “aman sendeci” bir boşlukta bırakmak…
İkna değil, ilham gerek bu nesle.
Beklenti değil, anlam.
Yargı değil, anlayış.
Ve belki de en önemlisi:
Her birinin kendine has yolculuğunu kabul etmek…
Çünkü bazıları dünya için doğuyor, bazıları sadece kendini anlamak için.
Ama ikisi de bir değer, ikisi de bir gerçek.
Ve belki de bizim yapmamız gereken tek şey:
Onların yolu olmasa da, yanında yürüyebilmek…