Kitap okumak…
Benim için bir alışkanlıktan çok daha fazlası.
Hayatımın bir parçası.
Zamanım olmasa bile, sevdiğim yazarların kitaplarını çıktığı gün alırım. Hemen okumayabilirim belki ama bilirim, bir gün buluşacağız. Rafımda durmaları bile huzur verir bana.
Gözlerim artık yoruluyor. Yazıya değil, ekranlara baktığımız bir çağdayız. Ve geçenlerde önüme düşen bir link beni çocukluğuma ışınladı.
“İlk üç gün bedava” yazan bir sesli kitap uygulaması…
Defalarca okuduğum bir romanı bu kez bir ses sanatçısının sesinden dinlemeye başladım. Ve birden o ses beni geçmişe, çok tanıdık bir yere götürdü.
Beni ve kardeşimi büyüten, hayatımın en önemli kadını Refiye Taşdeviren’in sesine…
Annem ve babam boşanmıştı. Ama biz eksik büyümedik.
Babaannemin ellerinde büyüdük biz; onun sıcaklığında, onun değerleriyle, onun kurduğu düzenle.
Öğle uykusundan önce kitap okumamız şarttı.
Bu bir alışkanlık değil, ritüeldi bizim evde.
Bazen o okurdu, bazen biz. İki sayfa… Sessizce, ama dikkatle.
Kitabın kokusunu içinize çeke çeke, harfleri tadını çıkararak.
Uyanınca ya tarçınlı bir kek ya da peynirli börek kokusuyla uyanırdık.
Sobanın sıcaklığıyla, odanın içine yayılan kokular birbirine karışırdı.
İkindi kahvaltısı, sofrada hazırlanmış olurdu.
Ve saat tam 16.00 olduğunda, radyodan gelen o tanıdık ses yükselirdi: Arkası Yarın.
Her gün aynı saatte, kaldığı yerden devam eden hikâyelerdi onlar.
Gözümüzün önüne gelen karakterler, sesin tonuyla can bulurdu.
Sesin huzuru, hikâyenin heyecanı, babaannemin çay doldururken çıkardığı seslerle karışırdı.
Şimdi sesli kitap dinleyince o günleri anımsıyorum.
Ama aynı değil.
Eksik bir şey var.
Elimde kitap yok. Sayfa çevirmiyorum. Altını çizmiyorum. Arasına düşürdüğüm notlar, sakladığım biletler, kuruttuğum çiçekler yok.
Ve en önemlisi… Ritmi benim değil.
Biri benim için okuyor, ama ben hâlâ kendi iç sesimi arıyorum satırlar arasında.
Aynı eksikliği fotoğraflarda da hissediyorum artık.
Eskiden her kare bastırılırdı.
Oğlum Ali doğduğunda, neredeyse tüm kareleri albümledim. Videoları CD’ye çektim.
Şimdi binlerce kare telefonumda… Ama hiçbiri elimin altında değil.
Hiçbiri “yaşanmış” gibi değil.
Online alışveriş mi?
Çalışan bir kadın olarak hayatımı kolaylaştırdığı kesin.
Ama ben pazara gitmeyi, bakkalla göz göze gelip “bugün taze ne geldi?” demeyi seviyorum.
Seçmeyi, koklamayı, dokunmayı özlüyorum.
Ben temas insanıyım.
İşe giderken yolumun üzerindeki balıkçıya, kasaba, kafeye, vale çocuğa selam vermeden geçmem.
Selam vermeyeni de birkaç denemede “günaydın Aslı Hanım” dedirtirim.
Çünkü selam insanın içini ısıtır.
Ve yazışmak?
Mecbur değilsem hiç bana göre değil.
Mühim bir konu varsa, ses tonu şart.
“İyiyim” diyen biri belki sesi titreyerek söylüyor…
Onu sadece konuşarak, duyarak anlayabilirsin.
Zaman hızlı.
Değişim kaçınılmaz.
Ama bazı şeylerin dokusu kayboluyor.
Online kitaplar kâğıdı kurtarıyor belki ama kitabın ruhunu değil.
Online market zaman kazandırıyor ama pazarcının sesiyle gelen samimiyeti değil.
Yeni alışkanlıklar doğarken, eski olanlar usulca siliniyor.
Ben hâlâ kitap sayfası çevirmek, fotoğraf bastırıp arkasına tarih yazmak istiyorum.
Babaannemin mutfağında, sobanın yanındaki küçük masa gibi hissettiren şeylere tutunmak istiyorum.
Ve bazen sadece bir selamın, bir sesin, bir dokunuşun bir ömürlük iz bırakabileceğine inanıyorum.