Yaz gelince sadece sıcaklık değil, düğün sezonu da tüm görkemiyle açılıyor. Beyaz elbiseler, fotoğraf çekimleri, “evet” anları, süslenmiş masalar, dans pistleri… Düğünler artık sadece iki insanın hayatını birleştirmesi değil, neredeyse bir prodüksiyon haline geldi. Kimi zaman küçük bir ekiple sade bir kır nikahı, kimi zaman bir yıl önceden rezerve edilmiş mekanlar, üç farklı gelinlik, 12 saat süren fotoğraf çekimleri ve saatli saatli planlanmış detaylarla dolu dev organizasyonlar…
Son zamanların yükselen trendlerinden biri, yurt dışında, küçük ve özel davetlilerle yapılan butik düğünler. Kimisi “kim gelmek isterse gelsin” tarzında özgürlükçü yaklaşıyor, kimisi ise listede adı olmayanı kapıda bırakıyor. Bir de tam tersi uçta yer alan, neredeyse bir yıl öncesinden kuaförünü, makyözünü, organizasyon şirketini, after party gelinliğini bile rezerve etmiş çiftler var. Sabahın köründe başlayan hazırlık sürecinde, gelinin sabah kahvesinden geceki dans ayakkabısına kadar her anı planlanıyor. Bir yandan gelin çıkışı müziği için DJ ile provalar, bir yandan yemek tadımları, masa oturma planları, davetliler arasında diplomatik dengeler…
Herkes bir telaşta: O çiçek mi bu çiçek mi, o kişi gelsin mi, şu kişi onunla aynı masaya oturmasın, ilk dansı vals mi yapalım, tangoya geçiş mi olsun? Fotoğrafçılar sabahın sekizinde kapıda, adım adım peşinizde, bir an bile kaçırmamak için… Davetliler ise adeta podyumda, haute couture kıyafetler, abartılı takılar, en çok beğeni alan story’i paylaşma yarışı…
Öte yanda ise belediyede sade bir nikah kıydırıp iki tanıkla imza atanlar… Aşkı resmileştirmek için devasa organizasyonlara gerek görmeyenler. Bazen bu sadelik daha anlamlı, daha samimi, daha gerçek geliyor bana. Ama işte herkesin hikayesi, hayali, imkânı farklı.
Tüm bu koşuşturmacada bana en çok şunu sorgulatıyor bu dönem: Peki, kim gerçekten mutlu oluyor? Kim için yapılıyor bu kadar detay, bu kadar telaş? Gelin ve damat mı gerçekten en çok eğlenen, yoksa herkes onların eğlenmesini mi bekliyor?
Benimki sadece bir gözlem… İki başarısız evlilik geçmişi olan biri olarak, evliliğin doğası üzerine düşünmeden edemiyorum. İnsan doğasına uygun mu, yoksa bize öğretilmiş bir ideal mi? Belki de mesele evlilik değil; yaş, zamanlama, karakter, beklentiler, aileler, kültürel kodlar… Belki de mesele sadece “kader” ya da “yol”.
Çoğu evlilik, henüz hayata dair deneyimin az olduğu yaşlara denk geliyor. Sevgiyle başlasa da zamanla gerçeklerin gölgesinde sarsılıyor. Düğün gününden kalan tek şey, bir klasör dolusu video, bir demet kurumuş çiçek ve çekmecede saklanan albümler olabiliyor. Eğer her şey güzel giderse, sevgi, sağlık ve çocuklarla taçlanan bir birliktelik oluyorsa, o zaman tüm bu koşuşturma, yorgunluk, telaş yerini anılara bırakıyor. Ama ya öyle olmazsa? O zaman yaşanan sadece “bir deneyim” oluyor. Belgeler sessizce kutulara kaldırılıyor, yollar ayrılıyor.
Birçok evlilikte konuşulanlar bazen aşk olmaktan çıkıp aileler, servetler, soyadları, statüler oluyor. Bazen bir anlaşma, bazen bir kaçış, bazen de sadece olması gerektiği düşünülen bir “adım” gibi yaşanıyor. Oysa bu kadar “önceden belirlenmiş” bir şeyin bu kadar “kendiliğinden” gelişmesini beklemek de ayrı bir ironi.
Ben bir evlilik gurusu değilim. Zaten muhteşem bekarlığım bunu açıkça ortaya koyuyor. Ama olanı biteni gözlemleyen biriyim. Hangi yolu seçerlerse seçsinler, herkesin kalpten dilediği şey aynı aslında: Mutluluk.
Düğünün nerede olduğu, kaç kişiyle yapıldığı, hangi marka gelinliğin giyildiği, dans müziğinin slow mu yoksa Latin mi olduğu… inanın hiçbiri evliliğin gidişatını etkilemiyor. Önemli olan o günkü heyecanın, o anki sevginin, birlikte yaşlanma arzusunun içtenliğinde saklı.
Tercihleri yargılamadan, herkesin gönlünce olmasını diliyorum. O günü nasıl geçirmek istiyorlarsa, ne hayal ediyorlarsa, o şekilde kutlasınlar. Sadece gerçekliği, beklentileri, hayatı ve o “birlikteliği” gözden kaçırmadan…
Sözün özü, evlenmek isteyenlerin yolu açık, kalbi dolu, hikâyeleri uzun ve içten olsun. Düğünler gelip geçiyor, ama hayat birlikte yaşanıyor. Umarım o hayat, düğünden de güzel olur.