Beğenmediğiniz bütün ağaçları sökerek, keserek, yakarak, “ayıklayarak” ilerlenebileceğini düşünmek, gerçekte doğayla bütünleştirebilir mi insanı:
Böyle bir ‘yol’ olabilir mi?
Doğa ile bütünleşme, kendini ekosistemin bir parçası olarak görmekten, onun çeşitliliğini anlamaktan ve korumaktan geçiyor.
Çünkü insanın beğeni eleğinden geçerek değil, kendi sessiz yasalarıyla var Doğa.
Eğer beğenmediğimiz ağaçları yok etmekten söz edersek, burada doğa ile kurulan bağ, bir uyum değil, bir tahakküm ilişkisi olur.
Ağaçları, çalıları, bitkileri seçip ayıklamak, doğayı insanın estetik veya pratik ihtiyaçlarına indirger.
İnsanın böyle bir hakkı yok.
Ormanın içinde yürüyorsun.
Önünde yüzlerce ağaç var;
kimi göğe yükselmiş, kimi eğri büğrü, kimi kurumuş.
Beğenmediklerini kesip atıyorsun.
Yol açılıyor.
Ama sessizleşiyor orman.
Kuşlar daha az ötüyor.
Çünkü bunu yapmak bir orkestra şefinin “sadece benim hoşuma giden enstrümanlar çalsın” diyerek orkestranın yarısını susturmasına benziyor.
Belki geriye hâlâ bir ‘müzik’ diyeceğimiz birkaç tını kalır öyle yapılırsa.
Ama zenginliği, uyumu, anlamı yokolmuş olarak.
Dünyanın ne bizim aklımızca kusursuzluğa ne de simetriye ihtiyaç duyan sayısız kıyısı/ köşesi var.
Oralarda her eğri gövde, her kıvrılmış dal, her bir kayadan kopmuş taş kendi varoluşuyla kutsanır.
Yazar olmasaydı hangi mesleği seçeceği sorulduğunda, duraksamaksızın “Bahçıvanlık” diye yanıtlayan, ‘yeşil elli’ Ferit Edgü’nün yalın ama derin sözcüklerinde buluruz bu bütünlüğü anlamış olmayı:
“Öyle anların var ki, sanki dünyada hiçbir şey yok. Sanki kendin bile yoksun.”
Bu anlarda insan, yargının ötesine geçer. Kusur diye bildiği aslında varoluşun kendisidir.”
Ya da, “bütün canlıların anlatabildiğinden daha fazlasını bildiğini” konuştuğumuz Metin Münir’in upuzun bahçesinde tohumların yere düşmesini sabırla beklemesinde.
“Tohumlar yere uyku halinde düşer… içlerindeki uyandırma mekanizması çalışıp onlara ‘filizlen’ komutu vermesini bekler…”
Sessizce tohumun uyanışını izlemek, doğanın kendi ritmini anlamak, onunla uyuma hazır olmak demek olmalı.
Eğri bir ağacın kıvrımı, belki bir fırtınanın, uzun bir yolculuğun, dayanıklılığın anlatısı.
O dalı kesmek, o hikâyeyi susturmaktır.
Sessiz bir gölge, yorgunluğun ve dinlenmenin gizli dilidir belki; onu yok etmek, insanın kendi ritmini daraltmasıdır.
Kararmış bir taş, toprak altındaki geçen zamanın koruyucusudur; onu kaldırmak, geçmişle bağını koparmaktır.
Yazmak kadar suskunluğun da ustası Edgü’nün kendini sessizliği dinlemeye bıraktığı an‘dır bu konular.
“Yıkılmış köy… Sustuk. Sonra uzaktan bir köpek havladı. Sessizlik yargısız bir kabûl, bir varoluşun davetidir. O sesler, o durgunluk, insanın doğanın diliyle konuştuğu anların adıdır.”
Aldo Leopold’un dediği gibi: Kurt’u yok eden, dağın sesini de yok eder.
Ya da Ferit’in dediği gibi: Taşlar bazı yerlerde dağların çiçekleridir.
Doğayla bütünleşmek, bir seçici olmak değil; bir tanık, bir dinleyici, bir öğrenci olmak.
Yoldaki ağaçları önümüzden kaldırmak kolay gelebilir, zor olan, onların arasından geçmeyi öğrenmek.
“Bütünleşme” denilen şey, ola ki hiçbir ağaca ‘fazlalık’ demediğimiz yerde başlıyordur.
İnsandan insana fark var, deriz.
Metaforlarla, alegorilerle Soyut Düşünme yetisi bu ayrımlardan önemli biri.
Özlemle andığım iki arkadaşımın ‘Doğa’ya bakarak yaptıkları gibi.