Bu sözler size ulaşmışsa ben öldüm demektir
17 Ağustos 2025

Geçen hafta, 10 Ağustos Pazar günü, 23:22’de Gazze şehrine yapılan hava saldırısında ilk İsrail füzesi Al Shifa hastanesinin yakınında patladı. İkincisi, girişin yanındaki medya mensuplarına ait çadıra isabet ederek dört El Cezire muhabirinin anında ölümüne yol açtı. BBC’ye göre, o geceki saldırıda toplam yedi kişi hayatını kaybetmişti. Bunların altısı, El Cezire ekibinden muhabir Anas Al-Sharif, muhabir Mohammed Qreiqeh, görüntü yönetmeni Ibrahim Zaher ve görüntü yönetmeni Mohammed Noufal ile serbest gazeteci Mohammed Al-Khaldi ve serbest görüntü yönetmeni Moamen Aliwa’ydı. 

Öldürülen gazetecilerden Anas Al-Sherif (Enes El-Şerif) “Gazze’nin Sesi” diye anılan, ünlü bir TV muhabiriydi. Hemen her gün Gazze şehrinden canlı yayın yaparak Filistinlilerin uğradığı zulmü El-Cezire aracılığıyla dünyaya duyuruyordu. İsrail ordusunun bir sözcüsü 24 Temmuz’da, daha önce başka pek çok gazeteciye yöneltilen bir iddiayı ortaya atmış, El-Şerif’in Hamas’ın askeri kanadına mensup bir savaşçı olduğunu ileri sürmüştü.

El-Şerif mesajı almış, ama baş koyduğu yoldan dönmemişti. Gazze’de çalışan birçok gazeteci gibi, o da hayata veda ettiğinde yayınlanmak üzere bir mesaj hazırlamıştı. Mesajı ölümünden sonra X’teki hesabından yayınlandı.

Bu benim vasiyetim ve son mesajımdır

El-Şerif’in mesajı şöyle başlıyordu: “Bu benim vasiyetim ve son mesajımdır. Eğer bu sözler size ulaşmışsa, bilin ki İsrail beni öldürmeyi ve susturmayı başarmıştır.”

“Filistin, annem, eşim ve çocuklarım size emanet“ diyerek mesajını sürdüren El-Şerif, yaşadığı tüm acılara ve kayıplara rağmen, gerçeği olduğu gibi, çarpıtmadan aktarmakta bir kez bile tereddüt etmediğini, Gazze’de yaşananlar karşısında sessiz kalanları, ölümleri kabullenenleri, çocukların ve kadınların dağılmış kalıntılarından yürekleri sızlamayanları, Filistin halkının bir buçuk yıldan fazla bir süredir karşı karşıya kaldığı katliamı durdurmak için hiçbir şey yapmayanları Allan’a havale ettiğini belirtiyordu.

Enes El-Şerif, uzun zamandır, El-Cezire televizyonunun Gazze şehrindeki yüzüydü. The Observer, 10 Ağustos saldırısıyla ilgili haberinde El-Şerif’i şöyle tanıtıyordu: “İki çocuk babası 28 yaşındaki El-Şerif, kuşatma altındaki bölgenin en ünlü muhabirlerinden biriydi. Genç yüzü ve düzenli taranmış saçları, sürekli gördüğü dehşet sahneleriyle çelişkili bir görüntü sergiliyordu. Yalnızca bir kez, Gazze’deki Filistin halkının açlığıyla ilgili canlı yayında gözyaşlarına boğuldu. İzleyiciler, ona çalışmaya devam etmesi için cesaret verdi ve onu bölgenin ‘sesi’ olarak nitelendirdi.” 

Öldürmek için “rıza üretmek”

Birleşmiş Milletler, 10 Ağustos’taki ölümlerin hemen ertesi günü yaptığı açıklamada, saldırının “hedef gözetilerek” yapıldığını belirtti. Genel Sekreter António Guterres, Gazze’de öldürülen yedi gazeteci için bağımsız ve tarafsız bir soruşturmanın açılması çağrısında bulundu. Aynı açıklamada, BM, Gazze’de en az 242 gazeteci öldürüldüğünü de belirtiyordu.   

The Observer, İsrail ordu sözcüsünün Enes El-Şerif’in Hamas savaşçısı olduğu iddiasını ikna edici herhangi bir kanıtla desteklemediğini belirtti. El-Şerif’in savaştan önce Hamas’ın basın bürosunda çalıştığını, ancak sonrasında Hamas’ı eleştiren Tweet’ler attığını belirleyen BBC ise, 13 Ağustos tarihli haberinde, El-Şerif’in mevcut savaşa aktif olarak katıldığına veya halen Hamas üyesi olduğuna dair herhangi bir kanıt görmediğini belirtti. BBC’ye konuşan El-Cezire İngilizce yayınlar Haber Müdürü ise, El-Şerif’in “Savaşın tamamı boyunca Gazze’de çalıştığını, günlük olarak halkın durumu ve Gazze’de gerçekleştirilen saldırılar hakkında haberler verdiğini” belirterek, BBC’yi teyit etti.  

The Observer’ın basın özgürlüğünü savunan gruplara dayanarak aktardığına göre, El-Şerif ne zaman büyük bir olayın haberini yapsa, ardından İsrail ordusu on-line kanallarda karalama kampanyası yürütüyordu. “Gazeteciliğin Kızılhaçı” olarak nitelenen ve 1981’den beri faaliyet gösteren New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi (The Committee to Protect Journalists – CPJ), İsrail ordusunun ortaya attığı iddiayı, “El-Şerif’i öldürmek için rıza üretme çabası” (manufacturing consent) olarak tanımladı. El-Cezire ise, suikastı, Gazze şehrini işgal etmeye hazırlanan İsrail’in, “işgal ile ilgili sesleri susturmak için umutsuz bir girişimi” olarak niteledi.

İsrail gazetecileri kasıtlı olarak hedef alıyor

CPJ, İsrail’in suçlamalarını, “El-Şerif’i öldürmek için rıza üretme çabası,” olarak nitelerken, benzeri olayları temel alıyordu. CPJ bugüne kadar Gazze ve Lübnan’da 26 gazeteci cinayetini, uluslararası araştırmalara ve İsrail Ordusu’nun ilgili gazetecilerin kasıtlı olarak hedef alındığına ilişkin açıklamalarına dayalı olarak belgelemişti. 

Örneğin, yine El-Cezire muhabiri Hamza Dahdouh ile gazeteci Mustafa Thuraya’nın araçları geçen Ocak ayında Al-Mawasi’de İsrail füzesiyle vurulmuştu. İsrail daha sonra, kanıt olmaksızın, her ikisinin terörist grupların üyesi olduğunu iddia etmişti.

Örneğin, 13 Ekim 2023’te, savaşın beşinci gününde, Reuters muhabiri Issam Abdallah, güney Lübnan’da gazeteci olduğu açıkça belli olan bir gruba (savaş ortamlarında gazeteciler araçlarını, kaldıkları yerleri ve giysilerini uzaktan görülecek şekilde PRESS yazısıyla donatır) İsrail tank mermisinin isabet etmesi sonucu hayatını kaybetmişti. Abdallah, AFP ve El-Cezire’den meslektaşları ile birlikte, Hizbullah ile İsrail kuvvetleri arasındaki çatışmaları takip ediyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün soruşturması, saldırıdan önce bir İsrail dronunun grubun üzerinde 11 kez daireler çizerek dolaştığını ortaya koydu.

Örneğin, bir başka El-Cezire muhbiri, Ismail al-Ghoul, Haziran 2024’te bir dron saldırısında öldürülmüştü. (Dron saldırılarında yüz tanıma teknolojileri kullanılabiliyor.) İsrail daha sonra bu muhabirin de Hamas savaşçısı olduğunu iddia etmişti. 

Haber ve bilgi karartması

Bir çok basın-yayın kuruluşu, gazeteci örgütü, insan hakları kuruluşları ve uluslararası kurumlar, İsrail’in bölgede haber ve bilgi karartması uyguladığını belirtiyorlar. CPJ’nin başkanı Jodie Ginsberg, İsrail’in bölgeye yabancı gazeteci sokmamasını da hatırlatarak, El-Şerif ve arkadaşlarının kasıtlı öldürülmesinin, “Gazze’nin içinde olanları saklamak amacıyla İsrail tarafından uygulanan stratejinin parçası” olduğundan kuşku duymadığını dile getiriyor.

Bölgeye yalnızca İsrail ordusunun akredite ettiği gazeteciler girebiliyor ve onlar da Ordu ile birlikte hareket ederek (iliştirilmiş gazeteci) İsrail devletinin ve onun uydusu gibi hareket eden “sivil” kuruluşların ürettiği propaganda hikayelerine destek vermek üzere faaliyet gösteriyorlar. Bunlar dışında Gazze’de (henüz ele geçirilememiş) az sayıda Filistinli gazeteci, uluslararası basın-yayın kuruluşları için çalışıyor. Onlar öldürüldükçe, birinci elden, doğrulanmış bilgilerin dünyaya ulaşması gitgide zorlaşıyor. Hedef, doğru haber-bilgi akışını tümüyle ortadan kaldırmak ve ortaya çıkan boşluğu dezenformasyonla doldurmak. 

Örneğin, yardım dağıtımı yapılan yerlerde, hemen her gün gıda yardımı peşindeki Filistinliler’in İsrail askerleri tarafından öldürülmesine ilişkin haberler gelirken, İsrail destekli yardım kuruluşu, bunları “yalan haber” olarak niteleyebiliyor. İsrail herhangi bir kanıt sunmadan BM’in gönderdiği yardım malzemelerinin Hamas tarafından çalındığını ve Gazze’de açlıktan ölümlerin olmadığını iddia edebiliyor.   

Hastane bombalamanın da haber karartmasıyla bir ilgisi olduğunu burada belirtmeden geçmeyelim. Çünkü dünya kamuoyunun bilgi kaynaklarından biri de Gazze’de gönüllü çalışan doktorlar. Bu doktorlar gazeteciler kadar hedef konumunda… Çok kısa bir süre önce Gazze’den dönen Oxford’lu cerrah Nick Maynard yaşananlara tanık olan doktorlardan biriydi ve İsrail ordusunun, açlığı bölge nüfusuna karşı bir silah olarak kullandığına şahit olduğunu söylüyordu. Bu yüzden, Gazze şehrindeki son hava saldırısında ilk roketin hastanenin yakınına isabet etmesini, pilotun ıskalaması olarak değil, belki de bir uyarı atışı olarak görmek gerekir. 

Haber ve bilgi karartması bugün çok daha önemli İsrail için. Çünkü, El-Cezire’nin de altını çizdiği gibi, Netanyahu’nun savaşı genişletme hamlesinin nasıl hayata geçirildiğinin, Gazze şehrini karadan işgale girişen İsrail kuvvetlerinin “marifetlerinin” dünya kamuoyunca bilinmemesinin, en azından katliam, soykırım gibi suçlamalara “solcu kesimlerin uydurması” yaftasını yapıştırabilmenin ön şartı bu karartma… 

Gazeteci vurmak normalleşirse

Uluslararası kuruluşlar, gazetecilerin hedef alınmasının cezasız kalmasını, bu davranışın gelecekte normalleşmesine, meşru sayılmasına yol açmasından endişe ediyorlar. Uluslararası hukuk, gazetecilerin hedef alınmasını bir savaş suçu olarak değerlendiriyor.  Ama Gazze zaten savaş suçu kavramının ayaklar altına alındığı bir yer ve normalleşmesinden korkulması gereken sadece gazetecilerin kasten öldürülmesi değil. Bütün bir Filistin halkının açlığa mahkum edilmesi, başta hamile ve küçük çocuklu kadınlar olmak üzere, Gazzeliler’in sağlık hizmetlerine erişiminin engellenmesi, hastanelerin bombalanması, kısıtlı miktardaki ve çoğunlukla havadan atılabilen yiyecek yardımını almaya gelenlerin kadın-çocuk demeden öldürülmesi de insanlık ve savaş suçu… Gelecekte başka coğrafyalarda bunların da normalleşmesinden endişe etmek gerekir.  

Gazze’de, ezici çoğunluğu sivillerden oluşan 60 binden fazla Filistinli öldürüldü. Dünyanın çeşitli ülkelerinde bu duruma tepki gösteren kitlesel protestolar gerçekleştirilirken, aynı ülkelerin hükümetleri İsrail’e silah, malzeme göndermeye, İsrail’le ticaret yapmaya devam etti.  Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi raportörü Francesca Albanese’nin İsrail’in Gazze’de soykırım uyguladığına ve büyük şirketlerin bu soykırıma ortak olduğuna ilişkin raporu görmezden gelindi. Gazze protestolarına polis şiddetiyle karşılık veren hükümetler oldu. İngiltere, en büyük protesto grubunu (Palestine Action – Filistin Eylemi) resmen yasa dışı ilan etti. ABD uzun süredir Filistin protestolarına şiddet ve gözaltılarla yanıt veriyor. Üniversitelere adeta abluka uyguluyor.

Gazze halkının geri kalanının açlığa mahkum edilmesi tepkileri yeniden ayaklandırdı. Hükümetler üzerindeki baskı arttı. Hem parlamento içinde hem sokakta hem de aydın çevrelerde… Hollanda’da İsrail Ordusu’nun verilerini saklayan Microsoft’un çatısına göstericiler çıktı. Tel-Aviv’de 100 bin kişi hükümet aleyhine gösteri yaptı. İsrailli protestocular, Gazze şehrine girilmesinden vaz geçilmesini ve savaşın sonlandırılmasını istediler. İngiltere’de “Palestine Action” grubunu desteklemek amacıyla yapılan gösteride ülke tarihinin en büyük gözaltı rakamına ulaşıldı: 522 kişi… Üstelik gözaltına alınanların yaş ortalaması 54’tü.  97’si 70’li yaşlarda 15’i 80 yaşın üstündeydi. Gözaltına alınanlar arasında, 20 yaşın altında yalnızca 6 genç vardı. Ekonomi profesörlerinden eski İsrailli pilotlara kadar protestolar çok çeşitli kesimlere yayılmış durumda. 

Samimiyet bir yana, birçok politikacı, İsrail’in kirli savaşını engellemek için bir şey yapmamanın iç politik sonuçlarını dengeleme peşinde koşmaya başladı. Fransa, İngiltere, Kanada ve Avustralya BM’in sonbahardaki genel kurulunda Filistin Devleti’ni tanıyacağını (o zamana kadar ortada devletlik bir şey kalır mı bilinmez), Almanya İsrail’e silah sevkiyatını durduracağını ilan etti. Bir tek Trump hükümetinde bir kıpırtı yok. Ne yazık ki, Netanyahu üzerinde etkili olabilecek tek isim de Trump. 

Görünen o ki, aksi yönde gösterilen tüm çabalara, vicdan sahibi insanların tüm feryatlarına rağmen, bu savaş, İsrail’in belirlediği şekilde yürüyecek. Yaşananlar da insanlık tarihine kara bir leke olarak geçecek. Tabii gelecek nesillerin bilgi dağarcığından bu savaşa ait ne varsa silinmezse… Böyle bir savaşın hiç olmadığı iddia edilmezse…

Bu yüzden, uzun dönem için büyük bir tehlike olarak gördüğüm bir boyuta tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum.

Haber ve bilgi karartması: Körleştirme, köleleştirme

Haber ve bilgi karartmasının yalnızca savaş dönemlerine ve alanlarına özgü olmadığını unutmayalım. Trumpgiller, “seçilmiş otokratlar” veya aleni diktatörler de bu karartmayı kendi halklarına uyguluyorlar. Kimisi radikal biçimde, kimisi yavaş yavaş… Bunların, göreve gelir gelmez mücadele etmeye başladıkları ilk kesimin yazılı ve görsel basın olduğunu artık biliyoruz. Hükmettikleri ülkelerin yapısına, kendi iktidar sürelerine, muhalefetle ve gazetecilerle başa çıkabilme kapasitelerine göre, tehditten, şantaja, satın almadan, hapse atmaya veya yok etmeye kadar varan yöntemlerle, hoşlanmadıkları gerçeklerin ortaya çıkmasını engellemeye çalışıyorlar. Topluma, “Propaganda Bakanlığı”nın ürettiği tek tip bir enformasyonun yayılmasını hedefliyorlar. Tarihi değiştiriyorlar, (Trump hükümeti son olarak Smithsonian müzelerindeki eserlerin alt yazılarının kendi istedikleri doğrultuda değiştirilmesini talep etti), istatistikleri çarpıtıyorlar, başarısızlıkları gizliyor, olmayan başarılarla halkı etkilemeye çalışıyorlar. Doğru bilginin, doğru haberin olmadığı yerde, ekonominin de, adaletin de, siyasetin de doğru çalışması mümkün değil. 

Günümüzde, haber-bilgi karartmasından bağımsız olarak, hangi bilginin, haberin doğru, hangisinin yalan, dolan, çarpıtma olduğunu anlamak için büyük gayret sarf etmemiz gerekiyor belki; ama hiç değilse alternatif haber kaynaklarından gelen bilgileri akıl süzgecimizden geçirip bir sonuca varma, dünyada, ülkemizde olan biteni kendi merceğimizden görme şansına hala biraz sahibiz. Bu şansı bize bazı gazete ve televizyonlardaki haberciler, yorumcular, kameramanlar, foto muhabirleri, editörler (ve artık bir zamandır, on-line yayın yapan bağımsız gazeteciler) sağlıyorlar. Yalnızca yaşananların tanığı olup bu tanıklıklarına bizi ortak etmiyorlar; araştırıyorlar, soruşturuyorlar gerçeğe ulaşmak için insanüstü bir gayret sarf ediyorlar. Bir anlamda “toplu körleştirme”ye karşı mücadele ediyorlar. Bazen hayatları pahasına… Bu mücadelede onlara elimizden gelen desteği vermek onurlu bir yaşam sürdürebilmemiz için zorunlu bana göre. 

Körleştirilme toplumsal çapta yaygın hale geldiğinde, toplumun yüz yüze kalacağı tehlike, olan bitenden haberdar olamamanın çok ötesinde… Körleşme ile köleleşme arasında bir iki harf fark var. Körleştirilmiş, köleleştirilmiş bir toplum, birlikte yaşama refleksini, adalet duygusunu kaybeder, sevgiyi, saygıyı, empatiyi, başkasının hakkını gözetmeyi, kendi hakkını aramayı, onurlu yaşamayı unutur. Sadece ayakta kalmak, fiziki varlığını sürdürmek için mücadele eder ve en yakınındaki insanı bile düşman belleyebilir. 

Bunları düşündükçe aklıma Nobel Edebiyat ödülü sahibi José Saramago’nun “Körlük” adlı romanı geliyor. Romanın konusunu aktarmak için yazılmış şu cümle meseleyi büyük bir açıklıkla tarif ediyor: “Körlüğün salgın bir hastalık gibi yayıldığı bir toplumda korku ve paniğin hâkim olması sonucu ahlaki değerlerin çökmesi…”

ÇOK OKUNANLAR