Kapalıçarşı’nın üst katlarında ahşap basamakların zamana direnmiş melodisine kulak verirsiniz; loş tavan aralıklarından süzülen ışık, raflarda yıllardır sessizce bekleyen antika objelerin içindeki geçmişin kokusunu aydınlatır. Altın, gümüş, taş ve ahşabın aroma karışımı, orada zamanı durdurur.
Elde tamir gerektiren objeler, babaannemden yadigar parçalar… Yanımda özenle seçilmiş birkaç özel parça. Dostum Nezaret’le selamlaştık; bir çay geldi, tabureye oturdum. O, taşları ustalıkla yerine mıhlarken, ben ruhumu geçmiş zamanlara teslim ettim.
İstanbul işte tam o anda kendini hissettirir: Süryani’den Rum’a, Ermeni’den Müslüman’a farklı inançlar, sabah ezanı ve kilise çanları arasındaki uyumla bir arada yaşar.
Biraz daha yürüdüğünüzde, Cağaloğlu Hamam’ında tarih size dokunur. 1741 yapımı, Sultan Mahmud I’in kütüphanesine gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş, olağanüstü Osmanlı barok dokusuyla.
Ardından tarih sizi Topkapı Sarayı’nın görkemli silüeti ve Boğaziçi manzarasıyla selamlar.
Fener’e vardığınızda, surların içinde bir gemi limanı gibi huzurlu… Aya Yorgi Kilisesi / Ekümenik Patrikhane, 1600’den beri Ortodoks dünyasının manevi merkezi. İçindeki altın kaplama detaylar, ikonalar ve kutsal atmosfer sizi başka bir boyuta taşır. Fener’de ayrıca “Great School of the Nation” olarak anılan Kız Lisesi, Rum kültürünün izlerini taşıyan görkemli bir yapı olarak durur.
Beyazıt ve çevresi ise hem Osmanlı hem Cumhuriyet çizgilerini bir arada barındıran tarih zeminidir. Cağaloğlu civarında Alaykoskü Caddesi’nde, mahalle evlerinin duvarlarında, Roma dönemine ait sütun parçaları ve bizans izleri görebilirsiniz, bu şehrin gölgesi iki bin yıl derine iner.
İşte o taburede, tarihi kokular arasında otururken idrak ettim ki: asıl mücevher taş değil, onu anlamlandıran ellerde, o ellere şekil veren kuşaklarda ve o mekâna ruh veren tarihte gizli.
Detaylarda saklı o nefes, zamanın içinde zamansız kalan o sükûttur.
Ve İstanbul, bu sükûnun şiirsel başkentidir.