Kazdağları’nın eteklerinde, denizin tuzlu kokusunu zeytin dallarıyla buluşturan küçük bir köy vardır: Adatepe. Yolun kıvrımlarını döndükçe taş evlerin heybetiyle karşılaşır, sanki geçmişin kapısından içeri girmiş gibi olursunuz. İlk kez ayak bastığımda bana hissettirdiği şey tam da buydu: zamanın burada ağır ağır akması, ama hiç durmaması.
Köyün tarihi, mitolojiye kadar uzanıyor. İda Dağı’nın eteklerinde Paris’in “Altın Elma”yı Afrodit’e vermesiyle başlayan hikâyeler, bu topraklarda kök salmış. Daha sonra Rumlarla Türklerin bir arada yaşadığı yıllarda köyün taş işçiliğiyle bezenmiş evleri yükselmiş. 1924 mübadelesinde Rum aileler köyü terk etmiş, Midilli’den gelen Türk aileler onların evlerine yerleşmiş. Yine de taşların hafızasında o ortak yaşamın izleri hâlâ hissediliyor.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Ama Adatepe’yi sadece tarih kitaplarından okuyamazsınız; onu yaşamanız gerekir. Benim için de öyle oldu. Meydandaki kahvede oturduğumda yaşlı bir teyzenin fırından çıkan tandır ekmeğinin kokusu, çocukluğumda babaannemin börek pişirdiği günleri hatırlattı. İçimden “bazı köyler sadece coğrafya değil, bizim içimizde saklı kalmış anıların kapısıdır” dedim.
Bir gün köyün taş sokaklarında dolaşırken, ahşap kepenkli bir evin önünde durmuş kendimi izlerken buldum. Yanıma yaklaşan yaşlı bir köylü, “Bu evin ustası Rum’du, taşını taş üstüne öyle bir koymuş ki hâlâ dimdik ayakta” dedi. O an, taşların bile sadakati var diye düşündüm. İnsanların birbirine gösteremediği vefayı bazen bir duvarın gölgesinde buluyorsunuz.
Köyün yukarı kısmına çıkıp güneşi batırmak, Adatepe’de geçirdiğim zamanların en özel anlarından biri oldu. Taş evlerin pencerelerinden süzülen sarı ışık, sanki geçmişle bugünü birbirine bağlıyordu. Yanı başımda sohbet ettiğim bir sanatçı bana, “Ben buraya ilk geldiğimde çoğu ev yıkıntıydı, şimdi yeniden hayat buldu. Biz de bu evlerle birlikte yeniden doğduk” dedi. Hak verdim. Belki de Adatepe’nin büyüsü tam da buydu: insana ikinci bir hayat sunması.
Bir yaz akşamı dostlarımla köyde kalmıştık. Bahçede, bir zeytin ağacının altında uzun bir sofra kuruldu. Sofrada domatesler o kadar taze, zeytinyağı o kadar bereketliydi ki, bir lokmanın bile bana bu toprakların cömertliğini anlattığını hissettim. Kahkahalarla geçen gecede düşündüm: “Aslında mutluluk, taş evlerin duvarları arasında yankılanan bir kahkaha kadar basit.”
Adatepe bana hep şunu öğretti: İnsan köklerini bulmak için illa geçmişine dönmek zorunda değil; bazen hiç yaşamadığı bir köyde kendine ait parçaları bulabiliyor. Benim için bu köy, taşların hafızasında, zeytinlerin fısıltısında kendime tuttuğum aynalardan biri oldu.