Anne
28 Ağustos 2025

1991 yılı… Şimdilerde Ceylan Otel olan, o zamanlar Sheraton’da çalışıyorum. Personelin yüzde sekseni İskoç, İngiliz, Belçikalı, Marakeşli. Mesaim 14.00’te başlıyor. Sabah beri geçmeyen bir baş ağrısı var, tadımı kaçırıyor; ama hasta değilim, izin alacak durumda da değilim. Mesaiye başladım. Birkaç saat sonra aniden çok şiddetli bir sıtma nöbeti geliyor. Çalışmaya devam etmeye çalışıyorum ama bir süre sonra salonun ortasında bayılıyorum. Gözümü açtığımda salon müdürüm Michele başımda, ben ise böbrek sancısıyla inleyerek “Anneciğim, anneciğim” diyorum. Etrafımdakiler anlamaya çalışıyor; anneciğim derken neyi kastediyorum, acı nerede? Michele beni kucaklayıp otelin şoförüyle birlikte hastaneye götürüyor.

Doktor muayene ediyor, idrar ve kan tahlilleri yapılıyor. Kum döktüğüm anlaşılıyor ve lökosit değerim çok yüksek çıkıyor. Damar yolundan verilen ağrı kesiciyle biraz olsun rahatlıyorum. O an hissettiğim şey yalnızca fiziksel bir sancı değil, ruhumdan kopup gelen bir sesin yankısı: “Anneciğim.”

Ne ilginçtir ki, canımız yansa, mutlu olsak, şaşırıp kalsak, ağzımızdan ilk dökülen kelime “anneciğim” oluyor. Hayatımızın merkezinde, arkamızda görünmez bir dağ gibi duran annelerimiz… Aslında mükemmel olmalarına da gerek yok. Varlığını bildiğimiz, göbek bağımızla, belki daha derinlerde ruhumuzla hissettiğimiz o bağ, tek kelimeye sığabiliyor. Gülerken de, ağlarken de, şaşırırken de aynı kelimeye başvuruyoruz.

Psikoloji bu durumu “bağlanma kuramı” ile açıklar. John Bowlby’nin ortaya koyduğu bu kurama göre anne, çocuğun güvenli limanıdır. İnsan, hayatta tehlike hissettiğinde ya da güçlü bir duygu yaşadığında, bilinçdışı bir refleksle bu güvenli limana döner. O yüzden acıdan kıvranırken bile ağzımızdan dökülen kelime “anneciğim” olur.

Ronald Rohner’ın geliştirdiği kabul-red teorisi ise, anneyle kurulan ilişkinin evrenselliğini vurgular. Sevgiyle büyüyen çocuklarda “anne” kelimesi içsel bir güven duygusu yaratır. Anne yoksa bile bu boşluk bir özleme dönüşür. Bazıları için bu kelime hiç tanımadıkları, yalnızca hayalini kurdukları bir figürün çağrısıdır.

Annesini hiç görmeden büyüyenler, doğumda kaybedenler ya da terk edilenler için durum daha farklıdır. Bu kişilerde “anneciğim” nidası bazen hiç kullanılmaz, bazen de çok daha derin bir özlemin yankısı haline gelir. Evrimsel biyolojide buna “allomothering” denir; yani annenin yokluğunda başka bakım veren figürlerin devreye girmesi. Bir büyükanne, bir teyze, bazen de tamamen alakasız ama şefkatli bir yabancı bu boşluğu doldurur. Kimi zaman o kişiye de içten gelen bir sesle “anne” deniverir.

Kültürel araştırmalar da gösteriyor ki, anne kelimesi neredeyse bütün dillerde en kolay çıkan hecelerden oluşur: “ma”, “na”, “ana”. Bebeklikten itibaren ağzımızdan çıkan ilk sesler, bizi büyüten kişiyi işaret eder. Yani annelik, sadece biyolojik bir rol değil, aynı zamanda dilimizin ve ruhumuzun köklerinde yerleşmiş bir varlıktır.

Sonuçta fark etmiyor, annemiz yanımızda mı yoksa sadece içimizde bir hayal mi. Her birimiz sevinçte, acıda, şaşkınlıkta dönüp dolaşıp aynı kelimeyi söylüyoruz. Çünkü o kelime yalnızca bir kişiyi değil, güveni, köklerimizi ve içimizdeki sığınağı temsil ediyor.

Yaşayanların ömürlerine bereket, gidenlere ışıklı yollarda yürümelerini diliyorum…

ÇOK OKUNANLAR