İnsanlara hayatlarını bir yanılsamaya adadıklarını söylemenin nazik bir yolu yoktur.”
— Daniel Dennett
Her dönemde görülebilen “Kendi paçasını kurtarmak derdiyle hareket eden insan tipleri” güçlü yazarların sürekli konularından olmuş.
Bu tür karakterler, edebiyatın neredeyse evrensel malzemesi.
Çünkü kriz anlarında insanın kendini mi, yoksa başkasını mı tercih edeceği sorusu, her kültürde yeniden yazılıyor.
Böylesi tipler, dönemlerinin ahlâki çöküşünü, bireysel zaafları ya da toplumun yozlaştırılmasını göstermek için bir araç hâline gelmiş.
Bu eserlerden biri, William Golding’in 1954’de yayımlanan “Sineklerin Tanrısı” adlı romanı.
Sanıyorum, bizim gibi ülkelerin İngilizce eğitim veren okullarında “düzgün nesiller yetiştirme” safça niyetiyle, benim gençliğimde olduğu gibi hâlâ okutuluyor.
“Sineklerin Tanrısı” modern edebiyatın en çarpıcı “insan doğası” alegorilerinden biridir.
Bir grup İngiliz çocuğun bir uçak kazası sonrası ıssız bir adaya düşmesiyle başlayan roman, “medeniyetin ince kabuğunun” ne kadar kolay soyulabileceğini, ‘bencilliğin’ ve ‘güç hırsının’ o öyle düşünmese de, bir insanı nasıl ‘vahşete’ sürükleyebileceğini hikâye eder.
Kitaptaki temel çatışma, ‘Medeniyet-Vahşet’ karşıtlığıdır.
Zaten okulların çocuklara öğretmek istediği de budur.
Ralph, düzen, kurallar ve topluluk çıkarını temsil eder. Yakılan ateşi canlı tutarak ‘kurtuluşu’ arar.
Jack’ın karakteri, ‘hazzın’ ve ‘güç tutkusunun’ örnekler.
“Avcılık ve kan dökme tutkusu” üzerinden adada “kendi iktidarını” kuracak olan odur.
Simon, tersine, masumiyet ve sezginin gücü ile neredeyse ‘mesihvari’ bir kişiliktir.
Çocukların korktuğu “canavar”ın aslında kendi içlerindeki karanlık olduğunu sezer, ama bu ‘Hakikât’, vahşet içinde linç edilerek susturulur.
Çünkü hakikati kabul etmektense vahşete sığınmak daha kolaydır.
Ve işte tam burada, “Sineklerin Tanrısı” yalnızca bir adada mahsur kalmış çocukların hikâyesi olmaktan çıkar, “insanlığın kolektif bir portresine” dönüşür:
“İçimizdeki karanlıkla yüzleşmek yerine, kendi kurtuluşumuzun peşine düşmek kolaydır”.
Romanda çocuklar tek tek Jack’in tarafına katılır.
Çünkü orada kendilerini -şimdilik- “güvende” ve “tok” hissetmektedirler.
Oysa bu davranışı seçmek, “kişisel çıkar için boyun eğişin”, evrensel insan zaafının bir örneğidir.
Adadaki çocuklar “Kısa vadeli kurtuluş” için Ralph’in kurallarını terk ederler.
Sonuçta “birlikte varolmak aklı” yok olur.
Herkesin kendi derdine düşüşünün yarattığı bir ‘kaos’ başlar.
Eserdeki çatışma sadece ‘karakterler arasında’ değil, aynı zamanda ‘insan doğasının iki kutbu’ arasındadır: Başkasını düşünmek/özveri yerine, bireysel çıkar ve haz: Bugünlere de hakim ‘Jackgiller Kabilesi’ne katılmak.
Çocukların, avladıkları domuzun başını bir kazığa geçirmeleriyle ortaya çıkan “Lord of the Flies” (Beelzebub / Şeytan), insanın dışarıdan gelen bir tehditle, müdahaleyle değil, kendi içindeki ‘karanlıkla’ yıkıldığını simgeler.
Simon vizyonuyla bize bunu açıklar: “Canavar dışarıda değil, içinizde.”
Düşünelim: İnsanların “Bencillik ve Kişisel Kurtuluş Meselesi” ekseninde, “kendi paçasını kurtarma” güdüsünde birleşmesini anlatan bir romanı, bazı kişiler bir de ‘onlara ders olması’ için okumasalardı acaba farkları ne olurdu?