“Utanç”, yalnızca başkasına yapılan bir kötülüğün ardından duyulan suçluluk değildir.
Bazan de insanın ona tutulmuş bir aynada gördüğü ‘kendisi’ olur.
David Lurie, tam da bu aynadan kaçmaya çalışan bir adamdır.
Profesör kimliğinin, entelektüel maskesinin ardına sakladığı şey, aslında “hazlarının bencilliği”dir.
Coetzee “Utanç” (Disgrace, 1999) romanında Güney Afrika’nın ‘apartheid sonrası’ döneminde ‘bireysel zaaflarla toplumsal dönüşümün kesişmesini’ anlatır.
En önemlisi, Coetzee, modern bireyin kendi bencilliğini “haklılık” söylemleriyle nasıl örtmeye çalışındaki ‘alçalmayı’ teşhir eder.
Romanın merkezindeki kişi, David Lurie, iki kere evlenip boşanmış, bir kızı olan elli-iki yaşında bir edebiyat profesörü. Özellikle Lord Byron’a tutkun. Onun hakkında bir opera yazmaya çalışıyor. Byron’ı kendisine rol modeli aldığını görüyoruz.
Ama arzularının esiri, sorumluluktan kaçan, başkalarının hayatlarını hesaba katmayan bencil biri.
Romanda onun “düşüşü”sadece kişisel bir hikâye değildir; büyük bir dönüşüm yaşayan Güney Afrika’nın apartheid sonrası çalkantılarıyla iç içiçedir.
Kızı Lucy’nin çiftliğe yapılan saldırıdan sonra suskunluğu ise, “yeni düzen”e razı oluşu, aslında başka bir tür bencilliği açığa çıkarır: “Yoluna devam etmek uğruna her şeyi sineye çekmek.”
Böylece hem baba hem kızı, farklı biçimlerde de olsa aynı noktaya savrulur: Ahlâki sorumluluk tavırı yerine ‘kendi paçasını kurtarmayı’ seçmek.
Profesör bir öğrencisini arzuladığında bunu “tutku” diye adlandırır; disiplin kuruluna çıktığında ise “özgürlük”ten dem vurur.
Ama bütün bu sözlerin ardında tek bir çıplak gerçek vardır: Gerçek kendinden kaçış.
Romana adını veren utanç, bir beyaz Afrikalı olarak Coetzee’nin de temel meselesi.
Coetzee’nin romanı, okuru rahatsız eden şu soruyu soruyor:
İnsan, yaşananda kendi sorumluluğunu görebilir mi, yoksa en parlak sözlerin, en büyük ideallerin altında bile yatan ‘kendi çıkarı’ mıdır?
İç hesaplaşmalardan “kaçar gibi uzaklaşmak” bizi ne kadar kurtarabilir?
Utanç, bizi kendi bencilliğimizin aynasında kendimizi fark etmeye iten bir duygu.
Romanın adı da boşuna değil: Çünkü Utanç, ‘bir kişisel irtifa kaybı’dır.
Gittikçe yitirilen bir duygu olarak “Utanç”, modern dünyanın şu çetin sorusunu gündeme getirir:
İnsan her koşulda “kendi paçasını kurtarmak” derdinde midir?
Gün gelir, ne Lurie’nin özgürlük sözleri, ne Lucy’nin sessiz kabullenişi, ne de bizim “kendimizi onlarla kandırdığımız küçük mazeretlerimiz” bu sorudan kaçmamıza izin vermez.
Ahlâki olmayanı meşrulaştırmalar boşunadır.
***
Coetzee’nin yayınlanmasının hemen ardından ülkesinden uzaklara, Avusturalya’ya yerleştiği bu kitabını bana tavsiye eden Ferit Edgü’nün anısına.