İnsanın en sinsi yanılgılarından biri, bir başkasının varlığı üzerindeki etkisini “yaratma”yla ve vazgeçilmez olmakla karıştırmasıdır. Bu yalnızca özel ilişkilerde değil; siyasetten iş dünyasına, aileden devlete kadar her alanda büyümenin önünü tıkayan derin bir zihinsel tuzaktır.
Hepsinde olmasa da kadınların bir bölümünde şu sözlere benzer bir duyguya sıkça rastlarız:
“Ben olmasam sen bir hiçtin. Seni ben yarattım. Neyin var neyin yoksa benim sayemde. Evini ev, işini iş yaptım.”
Bu sözlerde azımsanamayacak bir gerçeklik payı var. Kadınlar çoğu zaman görünmeyen emekleriyle, sabırlarıyla, sezgileriyle ve çok yönlü becerileriyle bir hayatın kurulmasında belirleyici rol oynarlar. Bir insanın ayakta kalmasında, başarıya ulaşmasında ve iç dengesini bulmasında eşinin katkısı inkâr edilemez.
Ama bu katkı bir süre sonra bir “sahiplik iddiası” hâline dönüşürse, ilişki zehirlenir. Karşımızdaki insan artık özerk bir birey değil, bir “eser” ya da “borçlu”ya indirgenir. Sevginin ve ortak yürüyüşün yerini narsistik bir bakış alır: “Ben yaptım, sen benim eserimsin.”
Bazen gözlemlerimde görüyorum; kadın beş parmağında beş marifetle hayatı döndürürken, erkek dağınık ve beceriksiz kalıyor. Böyle bir tabloda “sen bir hiçtin, ben olmasam” cümlesinin neden dillendiğini anlamak zor değil. Belki de bu baskın tavır erkeği zamanla edilgenleştiriyor. Sonuç değişmiyor: ilişki bir ortaklık olmaktan çıkıyor, bir sahiplik alanına dönüşüyor.
Aynı Tuzak Erkeklerde de Var
Bu yanılsama sadece kadınlara özgü değil. Erkeklerin önemli bir kısmı da aynı söyleme sığınır:
“Ben olmazsam sen bir hiçsin. Sana her şeyi ben sağlıyorum. Varlığın benim kazancımla mümkün. Ben gidersem ayakta duramazsın.”
Bu bakış kadını özne olmaktan çıkarır, onu bir “yaratılmış”a indirger. Emek, irade, üretim ve kimlik görünmez olur. Kadın, minnettarlık ve itaatle tanımlanan bir role sıkıştırılır.
Oysa gerçek ilişki sahiplik değil, ortaklık üzerine kurulur. İnsan insanı yoktan var etmez; sadece onun yolculuğuna eşlik eder, büyümesine katkıda bulunur. Gerçek sevgi “ben olmasam sen olmazdın” iddiasından değil, “birlikte daha iyiyiz” bilincinden doğar.
Siyasette ve İş Dünyasında da Aynı Yanılgı
Bu sahiplik yanılsaması yalnızca özel ilişkilerde değil, siyasette ve kurum yönetiminde de sık sık karşımıza çıkar.
İktidar sahiplerinin şu sözlerini sıkça duyarız:
“Biz gidersek tufan olur. Her şey batar. Ne varsa biz yarattık. Biz büyüttük. Bizden sonra kimse bizim yaptığımız gibi yapamaz.”
Bu sözler, koltuğa tutunmanın psikolojik savunmasıdır. Oysa mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla doludur.
Evet, kurucular ve liderler kuruluş ve büyümede hayati roller oynarlar. Ancak bir kurum belli bir olgunluğa eriştiğinde, artık kendi dinamikleriyle yürümeye başlar. Sistem işler, ekipler sorumluluk alır, kurum kültürü oluşur. Eğer hâlâ “Ben olmazsam bu yapı çöker” diyorsanız, aslında kendi başarısızlığınızı itiraf ediyorsunuzdur.
Gerçek liderlik, varlığını sonsuza kadar sürdürmek değil, kendinden sonra da yaşayacak bir düzen kurmaktır.
Sahiplikten Ortaklığa: Bu Yanılsamadan Kurtulmanın Yolu
İster özel ilişkilerde ister siyaset ya da iş dünyasında olsun, bu zihinsel tuzaktan kurtulmanın yolu aynı temelde buluşur: “ben” merkezli algıdan “biz” bilincine geçmek. Hiçbir başarı tek bir kişinin eseri değildir; kurumlar, şirketler ve devletler bireylerin ötesinde yapılarla ayakta kalır. “Ben yaptım” değil, “biz başardık” bilinci sürdürülebilirliğin temelidir.
Bu bilinç için üç önemli adım gerekir:
•Kurumsal hafıza ve sürekliliğe yatırım: Sağlıklı bir yapı, tek bir kişiye bağlı kalmadan da yoluna devam eder. Yetki devri, yeni liderlerin yetiştirilmesi ve kurum kültürünün güçlendirilmesi hayati önemdedir.
•Gücü devretme cesareti: “Ben olmazsam batar” düşüncesi çoğu zaman koltuğa yapışmanın bahanesidir. Gerçek liderlik, zamanı geldiğinde geri çekilip yeni fikirlerin, genç kuşakların ve taze enerjilerin önünü açabilmektir.
•Ortaklık kültürünü yeniden öğrenmek: Kadın ve erkek birbirini tamamlayan yol arkadaşları olduklarını hatırlamalı; liderler kurumlarını kişisel iktidarlarının uzantısı değil, toplumun ortak iradesinin ürünü olarak görmeli; iş insanları şirketlerini kişisel mülk değil, yaşayan bir organizma gibi yönetmelidir.
Sahiplik egoyu besler, ortaklık ise insanı büyütür. Birlikte büyüyenler, ayrılsalar bile birbirlerine saygı duyar; kurucusu değişse de kurumları ayakta kalır; lideri gitse de devletleri yoluna devam eder.
Hiç Kimse Vazgeçilmez Değildir
Gerçek sevgi, gerçek liderlik ve gerçek başarı sahiplikten değil, saygıdan doğar.
Ne kadın erkeği, ne erkek kadını, ne lider devleti, ne kurucu şirketi yoktan var eder. İnsan, insanı yalnızca yol arkadaşı olarak büyütebilir; lider kurumun sürekliliğini sağladığında anlam kazanır; kurucu, kendi yokluğunda da ayakta kalacak bir düzen kurduğunda gerçek başarısını ispatlar.
Ve belki de ilişkilerden devletlere kadar en olgun söz şudur:
“Ben olmasam da sen varsın. Ama birlikte, çok daha iyiyiz.”