Yaz ayları…
Normalde insanın ruhunu dinlendirmesi gerekirken, bu yıl tam tersine hepimizi içten içe yoran bir mevsime dönüştü.
Yangın haberleri, öldürülen çocuklar, kadın cinayetleri…
Esenler, Esenyurt… Her gün bir başka trajediyle açıldı bültenler.
Hiçbir akşam birinin canına kast edilmeden kapanmadı o ekranlar.
O kadar çok felaket, kayıp ve korku birikti ki; sonunda hepimizin sinir sistemi ortak bir frekansta titremeye başladı.
Ben de o dalganın tam içindeydim.
Deprem korkusu, ekonomik çöküş, annemin aort damarında beliren kocaman emboli, uykusuz geceler…
Melatoninler, uyku ilaçları, meditasyonlar… Hiçbiri işe yaramadı.
Her sabah şiş gözlerle uyanıyor, “iyiyim” derken bile içimden titriyordum.
Sonra fark ettim: sadece ben değilmişim.
Kimle konuşsam aynı şeyi söylüyordu — sese abartılı tepki, çarpıntı, diş sıkma, sırt ağrısı, gerginlik…
Sanki bütün ülke kolektif bir panik haliyle yaşıyordu.
Anksiyete, zayıflık değil.
Aslında bu çağda fazla “duyarlı” olmanın, fazla “farkında” kalmanın doğal sonucu.
Sürekli açık bir radyo gibiyiz.
Her frekansı alıyoruz; savaşları, yangınları, yoksulluğu, adaletsizliği.
Ve hiçbirini kapatamıyoruz.
İçimizdeki alıcı hiç susmuyor.
Modern insan artık sadece yaşadığını değil, dünyanın bütün acılarını da hissediyor.
Ama işin tehlikeli yanı şu:
Zihin sürekli “tehlike var” sinyali veriyor, beden buna inanıyor.
Kortizol tavan, kalp hızlı, nefes yüzeysel.
Beyin artık gerçekten bir aslanın saldıracağını sanıyor.
Oysa ortada aslan yok — sadece haber bülteni var, fatura var, hayatın ağırlığı var.
Ve bu “sürekli alarm hali” bir süre sonra bizi içten çökertiyor.
Bazen bir kalabalıkta, bazen sessizlikte, bazen tam da her şey yolundayken ansızın gelir o dalga.
Hiçbir açıklaması yoktur; sadece içinden bir şey “şimdi kaçmalısın” der.
Oysa kaçacak yer yoktur.
İşte anksiyete tam orada başlar:
Ne geçmiştedir, ne gelecekte.
Sadece şu anda, bu saniyede, nefesin göğsüne sığmadığı yerdedir.
Belki de artık anlamamız gereken şey şu:
Anksiyete, savaşmamız gereken bir düşman değil.
Bize bir şey anlatmaya çalışan bir elçi.
Durmamız, dinlememiz, yavaşlamamız gerektiğini fısıldayan bir iç ses.
Biz onu bastırmaya çalıştıkça, o daha yüksek sesle konuşuyor.
Çünkü unuttuk — beden konuşur, kalp anlatır, ama biz hep sustururuz.
Peki çare?
Çare, belki de büyük şeylerde değil.
Bir bardak çayı sessizlikte içebilmekte, akşamüstü rüzgarını yüzünde hissetmekte, yürürken telefon ekranına değil gökyüzüne bakmakta.
Nefesin sesini duymakta, kalbin ritmini fark etmekte.
Bazen iyileşmek, büyük bir devrim değil; sadece küçük bir farkındalıkla başlıyor.
Ve ben artık şunu biliyorum:
Ben kötü değilim.
Sadece çok fazla şeyin farkındayım.
Ve farkında olmak, acıtsa da iyileşmenin ilk adımıdır.