Şunu baştan söyleyeyim: Söyleyeceklerim belki “siyasi doğruluk” sınırlarını zorlayabilir.
Ama bazen gerçekten ilerleyebilmek için, yerleşik ezberleri nazikçe sarsmak gerekiyor.
Soru şu: Türkiye’yi bugün kim yönetiyor?
İlk anda kulağa provokatif gelebilir. Çünkü Cumhuriyet’in resmî söylemine göre bu ülkeyi, kökenine, mezhebine, inancına bakılmaksızın, eşit vatandaşlık temelinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yönetir.
Bu doğrudur. Ancak son çeyrek yüzyılda yönetim yapısına dikkatle bakıldığında, “Türk kimliği”nin sembolik ve zihinsel olarak geri plana çekildiği, yerine farklı aidiyetlerin ve ideolojik yakınlıkların öne çıktığı gözleniyor.
Kimlikten Sadakate Uzanan Dönüşüm
AK Parti dönemi, Türkiye tarihinde sadece siyasi değil, sosyolojik bir dönüm noktasıdır.
Devletin üst kademelerinde etnik, mezhebi ve bölgesel çeşitlilik geçmişe göre daha belirgin hale geldi. Bu, demokratik olgunluğun bir işareti olarak da okunabilir.
Ancak dikkat çekici olan, liyakatın yerini zaman zaman aidiyetin, kurumsal geleneğin yerini de sadakatin almasıdır.
Yönetici kadrolar artık çoğunlukla ideolojik yakınlık, inanç ortaklığı ve kişisel bağlılık üzerinden şekilleniyor.
Bu durum, Cumhuriyet’in kurucu kuşağından devralınan rasyonel, kurumsal devlet aklının, yer yer duygusal ve kişiselleşmiş bir yönetim tarzına evrilmesine neden oldu.
Cumhuriyet’in Türk Merkezli İnşasından Yeni Kimlik Arayışına
Cumhuriyet’in kurucu liderleri — Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak — devleti Türk kimliği etrafında yeniden inşa ettiler.
Amaç, çok-etnili bir imparatorluğun küllerinden, modern, seküler ve ulusal bir vatandaşlık bilinci yaratmaktı.
1950’lerden sonra bu yapı dönüşmeye başladı. Demokrat Parti döneminde Anadolu’nun muhafazakâr kesimleri merkeze taşındı.
1980’lerde Özal ile birlikte “Türk-İslam sentezi” yükseldi.
2000’li yıllardan itibaren ise kimlik siyaseti, yerini “ümmet”, “coğrafya” ve “aidiyet” kavramlarıyla harmanlanan yeni bir anlayışa bıraktı.
Bugün devletin kimliğinde belirleyici olan artık etnik köken değil, dini, kültürel ve politik aidiyet.
Bu kaçınılmaz bir değişim değil; ama doğru yönetilmediğinde bir denge kaybı yaratabilir.
Türklük Yerine “Türkiyelilik” Tartışması
Son yıllarda sıkça dile getirilen “Türkiyelilik” kavramı, ilk bakışta kapsayıcı ve modern bir öneri gibi görünse de, bazı çevrelerde bunun Türklük bilincini zayıflattığı endişesi var.
Gerçek kapsayıcılık, bir kimliği sulandırarak değil, o kimliği tüm vatandaşları içine alacak biçimde güçlendirerek mümkündür.
Evet, Kürt, Alevi, gayrimüslim yurttaşlarımızın devlet katında daha görünür olması, geçmişin hatalarını telafi eden olumlu bir gelişmedir.
Ama bunun, ortak birleştirici üst kimliğimizin erimesine yol açmaması gerekiyor.
Türkiyelilik, eğer Türk kimliğini dışlamadan, onun evrenselleşmiş bir yorumu olarak kurgulanırsa anlam kazanır.
Aksi halde, Lübnan veya Bosna örneklerinde olduğu gibi, kimlik siyaseti birliği değil ayrışmayı besler.
Geçmişten Ders, Gelecek İçin Rehber
Şunu dürüstçe kabul edelim:
Cumhuriyet’in tarihinde Kürt, Alevi, gayrimüslim vatandaşlarımız zaman zaman dışlanmış, haksızlığa uğramıştır.
Ama aynı dönemlerde Türk kimliğini taşıyan milyonlar da yoksulluk, ifade kısıtlamaları ve otoriter yönetimlerin baskısı altında kalmıştır.
Bu ülke, kimseye “ayrıcalık” değil, herkese eşitlik vaat ettiğinde güçlenir.
Çözüm; toplumu etnik ya da mezhebi kimliklere ayırmakta değil, herkesin özgürlük, refah, güvenlik ve onur içinde yaşamasını sağlamaktadır.
Birini diğerine üstün kılmak değil, ortak bir zeminde buluşmak Türkiye’yi geleceğe taşır.
Ve bunu yaparken, bu devletin binlerce yıllık aklını — yani Türk devlet geleneğini, bilgece denge anlayışını, adalet ve liyakat ilkesini — unutmamak gerekir.
Bu mirası reddetmek değil, modern dünyanın değerleriyle harmanlamak gerekir.
Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı: Akıl mı, Aidiyet mi?
Türkiye, ikinci yüzyıla kimlik ve yönetim ekseninde kritik bir kavşaktan giriyor.
Sorunun özü şu: Akıl mı egemen olacak, yoksa aidiyet mi?
Yoksa ikisini buluşturabilecek yeni bir sentez mi geliştireceğiz?
Cumhuriyet, Türk kimliği etrafında şekillenmiş ortak bir kader bilincinin eseriydi.
Bugün ise risk, kimliklerin yeniden parçalı hale gelmesi.
Temsilin fazlalığı değil, ortak paydanın zayıflığı toplumları zora sokar.
Lübnan gibi herkesin temsil edildiği ama kimsenin yönetemediği bir ülke modeline dönüşmek, bizim kaderimiz olmamalı.
Son Söz: Birlik, Çeşitliliğin İçinde Olgunlaşır
Evet, bugün Türkiye’yi yönetenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
Ama bu yönetim anlayışı, Cumhuriyet’in “akıl, denge ve liyakat” geleneğinden zaman zaman uzaklaşmış görünüyor.
Bunu eleştiriden öte, bir kendine dönüş çağrısı olarak görmek gerekir.
Türk devlet aklı tarih boyunca, etnik kökeni değil, adaleti; kimliği değil, liyakati esas aldı.
Bugün ihtiyacımız olan da budur:
Ne dışlayıcı bir milliyetçilik, ne kimliksiz bir aidiyet.
Bizi geleceğe taşıyacak olan, ortak akıl, eşit yurttaşlık ve kadim devlet geleneğimizin bilgelik mirasıdır.
Bu miras kaybolursa sadece kimliğimizi değil, ortak geleceğimizi de yitiririz.
Ama onu yeniden keşfedersek, ikinci yüzyılın hikâyesi sadece Türkiye’nin değil, bölgenin de ilham kaynağı olur.