New York Times’ta bir okur sormuş: Kayınvalidemle vedalaşırken, genellikle beni uzun sarılmalara “hapsediyor.” Bazen 15 saniyeden fazla sürüyor! Bu esnada iyi niyetli olduğunu varsaydığım ama bana hakaret gibi gelen iltifatlar sıralıyor: Mesela kocama iyi yemekler yaptığıma, evi çok güzel tuttuğuma “minnettar” olduğunu söylüyor. Oysa biz eşimle ikimiz de çalışan profesyonelleriz; ev işlerini eşit şekilde paylaşıyoruz ve bununla gurur duyuyorum. Eşim, annesinin sözlerinin aslında bana yakınlaşma biçimi olduğunu söylüyor. Ama ben bu sarılmalardan nasıl kurtulabilirim? Çünkü o “iltifatlar” hep bu esnada başlıyor.
Tanıdık geldi, değil mi? Çünkü kayınvalidesi olan hemen herkesin hayatında, iltifat kılıfına girmiş bir yargı mutlaka vardır. Ne kadar iyi niyetle söylense de, o “ideal kadın modeliyle” karşılaştırılma hissinden kurtulmak pek kolay olmaz.
Bu kayınvalide meselesi bizim coğrafyada özellikle ilginç. Türk annelerinin oğullarını tam ve sürekli kontrol altında tutma telaşlarını klinik yöneticiliğimde oldukça gözlemleme fırsatı buldum.
“Doktor bey bunların çocuğu olmuyor” diyerek genç çifti doktor karşısında utandırmalar, üroloji muayenesinde neredeyse oğlunun elini tutmak istemeler, doktorda oğlunun cinsel sorununu sevgilisinden önce kendisi anlatanlar….
Bu erkek annelerinin kişisel alan kavramıyla pek tanışık olmadıkları uzun zamandır belli. Oğullarını büyütürken aslında kendilerini var ediyorlar.Onların başarısı, oğullarının başarısına; kadınlıkları, oğullarının seçimlerine endeksli hale geliyor. Ve bu bağ, çoğu zaman “sevgi” adı altında duygusal bağımlılığa dönüşüyor.
Anne, oğlunun ayrışmasına izin vermiyor; oğul ise bu bağımlılığı “şefkat” sanıyor. Sonuçta erkek, büyüse bile hep iki kadın arasında kalıyor: Biri geçmişteki annesinin gölgesi, diğeri şimdiki eşinin beklentisi. Ne de olsa, oğullarını “hayat projesi” haline getiren anneler için o projenin bir başkasına devredilmesi (yani evlilik), içten içe bir “iktidar kaybı” anlamına geliyor. Ve bu kayıp, çoğu zaman pasif-agresif konuşmalarda o meşhur “iltifatlarda” ortaya çıkıyor.
Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan bir doktora tezinde bu çekişmenin halk kültürüne bile nasıl yansıdığını anlatan maniler var.
Kayınvalide şöyle diyormuş: “Ocak başında demir, gelin ne desen emir, oğlumu ben doğurdum, gel sen kıçımı kemir.”
Gelin de karşılığını veriyor: “Taştan kaynana, keten kapta kaynana, oğlun beni boşamaz, yat da geber kaynana.”
Kültürel mizahın şahikası! Ama aynı zamanda bu ilişkinin güç savaşını çıplak biçimde anlatıyor.
Dahası, yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu çatışmalar yalnızca gülüp geçilecek meseleler değil; bazen doğrudan evlilik uyumunu, hatta boşanma riskini bile etkiliyor. Çünkü ilişkilerde duygusal sınır yoksa, sevgi bile boğucu hale gelir. Kayınvalide farkında olmadan oğlunun evliliğine üçüncü kişi olarak dahil olur; erkek bunu yönetemediğinde özgüveni zedelenir; ve kadın, eşini kayınvalidesiyle “paylaşıyormuş” hissine kapılır.
Galiba oğlunu büyütmek başka, büyümesine izin vermek bambaşka. Ama belki de sorun sadece kayınvalidede değil, bizde. Çünkü hâlâ onun sözlerini bir “performans değerlendirmesi” gibi dinliyoruz.
Oysa bazen en iyi cevap sadece bir gülümsemedir: Sonra kapını kapat, kahveni koy… Özgürlük, sadece 15 saniye uzaklıkta.