Geçen gün bir fotoğraf elden ele dolaştı. İsmailağa Cemaati’nin medresesinden mezun olan genç cemaat mensupları, beyaz cüppeleri ve sarıklarıyla İstanbul’un göbeğinde, Fatih’te uygun adım bir yürüyüş ve gösteri yapmıştı, fotoğraf bunun fotoğrafıydı.
İsmailağa Cemaati bana göre çok ilginç bir cemaat. Bu cemaat, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun 1954 yılında Fatih Çarşamba’daki İsmailağa Camiine imam olarak atanmasıyla oluşmaya başlamış, 70’lerin sonlarından itibaren bir dini cemaat olmanın ötesinde bir siyasi ve sosyal güce dönüşmüş, bugün de 40 ayrı ülkede 83 medresesi ile çalışan devasa bir yapı artık.
Cemaatin bana göre ilginçliği, onların Nakşibendiliğin Halidiye kolundan geliyor olmaları.
Nakşibendilik, Orta Asya kökenli bir tasavvuf tarikati. Adını kurucusu Bahaeddin Nakşibend’den alıyor. Bütün tasavvuf tarikatlerinin ortak özelliği Nakşibendilikte de var: Ayinlerinde müzik ve zikir önemli bir yer tutuyor. Ama İsmailağa’da bildiğim zikir ve müzik yok.
Osmanlı topraklarında Fatih Sultan Mehmet zamanından beri Nakşibendilik var ama esas gelişme 18. yüzyılda Halid-i Bağdadi isimli kişi sayesinde yaşanıyor. İşte “Halidilik”in başlatıcısı da o.
Halid-i Bağdadi (Bağdatlı Halit), İslam birliğinin Osmanlı çatısında olacağına inanıyor. Yani anlayacağınız onun inancın ötesine geçen bir siyasi projesi var. Onun sayesinde Halidilik, Nakşibendiliğin en yaygın kollarından biri oluyor.
Halidilik, Türk, Arap ve Kürt coğrafyasıyla yetinmemiş, dini yaymak için başka coğrafyalara da açılmış, Hindistan’dan Kafkasya’ya pek çok yerde etkili de olmuş. Kafkasya’da en ünlü Halidi herhalde uzun yıllar Rusya’ya karşı direniş hareketini sürükleyen Şeyh Şamil olsa gerek.
Bugün Çeçenler arasında Halidilik çok yaygın, Çeçen bağımsızlık hareketi ve direnişi de kökünü Halidilikte buldu.
Bu tarikatin Kürtler arasındaki yaygınlığı Cumhuriyet döneminde Halidiliğin ekstra baskı görmesine neden olmuş. Ama tabii bu bizim yanlış bildiğimiz bir şey: Halidilik sadece Kürtlere mahsus bir tarikat değil.
Nitekim İsmailağa Cemaati mesela daha çok Karadeniz kökenlilerden oluşuyor ilginç biçimde. Bunda tabii 50’lerden itibaren ülkemizde köyden kente göçün artmasının rolü var.
Her neyse, burada tarikatler tarihi anlatacak değilim ama bu tarihsel bağlam her şeye rağmen bence önemli, o yüzden baştaki ukalalıkları yaptım.
Türkiye’de İslam dinine ilişkin en genel kültür ve eğitim, Cumhuriyetin dini gündelik hayatta arka plana alma politikaları nedeniyle tarihsel sürekliliğini kaybetmiş. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini eğitimin yer altına inmesi ve giderek “kalite”nin tekke geleneğindeki göre aşağıya düşmesi, bu arada ülkemizde yaşanan modern gelişmeler vs. dini Türkiye’de içerikten ziyade biçimle anılan bir şeye dönüşme tehlikesine sokmuş.
İşte örneğin İsmailağa Cemaati üyelerinin adeta birer üniforma giyerek (şalvar ve sarık) toplumda kendilerini ayırıp kimliklerinin altını çizmesi örneğin bu biçimciliğin en dışa vuran hallerinden biri. Şalvarı ve sarığı olan kişi size uzaktan “Ben senden daha dindarım” diye bağırıyor aslında. Sanki dindarlığın ölçüsü o sarık ve şalvar.
Bu biçimciliğin doruk noktası ise işte geçen günkü medrese mezuniyet tören yürüyüşüydü.
O yürüyenler, cemaatin “Arapça ve Hafızlık Talebeleri”ydi. Medreseden mezun olmuşlar, yakındaki Yavuz Sultan Selim Camii’ne mezuniyet belgelerini almak üzere sokakta yürüyorlardı.
Türkiye Arapça konuşulan bir ülke değil. On yıllardır ülkemizde İmam Hatip okullarında ve işte İsmailağa Cemaatininki gibi “medrese”lerde sözde Arapça dersleri veriliyor ama bu insanların gerçekten Arapça konuşabildikleri, mesela bir Arap ülkesinde sıradan Araplarla sohbet edebildikleri veya Arapça gazete okuyabildikleri çok şüpheli.
Çünkü öğretilen Arapça Kuran Arapçası ve esasen Kuranı Kerimi ezberlemek için öğretiliyor.
Kuranı Kerimi ezbere bilmek, baştan sona akıldan okuyabilmek, hem de bunu güzel sesle ve güzel biçimde okumak elbette bir meziyet. Hafızlık, iyi hafız olmak ülkemizde kıymet verilen bir şey. Ama sonuç olarak cep telefonlarına indirilen onlarca app artık bu işi yapıyor, dileyen pek çok kişi Kuranı Kerimi bu app’lerden dinliyor zaten.
O yüzden günümüzde hafızı bu app’lerden ayıran bir şey olmalı ama o yok.
Dün Diyanet İşleri Başkanı açıklamış, sırf Diyanet’ten sertifika almış 250 bin Hafız varmış ülkemizde, her yıl bunlara 20 bin tane hafız daha ekleniyormuş. Nitekim Kuran kurslarının ülkemizdeki yaygınlığını hepimiz biliyoruz.
Bu insanlar dini eğitim aldıklarını düşünüyorlar ama ilgisi yok aslında. Öğrendikleri şey dinin biçimsel tarafı. Kuranı Kerimi ezbere bilmek, onun manasını içtenlikle kavramayı garanti altına alan bir şey değil.
Dinin içeriğinden giderek soyutlanıp daha fazla sadece biçimden ve ritüelden oluşan bir olguya dönüşmesinde Türkiye’nin dindarlarının önemli bir rolü var maalesef ve bu biçimciliği de bir marifet gibi sunmaya devam ediyorlar.

