Bir şehri anlamak için bazen göğe değil, yere bakmak gerekir. İstanbul da böyledir.
Yüzeyde gürültü, kalabalık, telaş vardır. Ama yerin altında sessizlik, sabır ve hafıza.
Bu şehir, binlerce yıl boyunca katman katman büyümüş, her medeniyet kendi izini bir öncekinin üstüne değil, altına bırakmıştır.
Yerebatan Sarnıcı bu hafızanın en görkemli sayfalarından biridir. İmparator Justinianus’un suya yazdığı bir mühendislik mucizesidir.
Ama ondan daha eski olanlar da vardır. Binbirdirek Sarnıcı, Roma döneminden kalma gizli su yolları, Ayasofya’nın altındaki dehlizler, Topkapı’nın mahzenleri, Galata surlarının altına gizlenmiş tüneller…
Hepsi bir zamanlar yaşamın, korkunun, inancın ve merakın yollarıydı.
Kimi zaman sarnıçlar suyu taşırdı, kimi zaman sesleri.
Kimi zaman tünellerden askerler geçerdi, kimi zaman dualar.
Şimdi ise oradan sadece rüzgâr geçiyor. Ama o rüzgâr bile geçmişi fısıldıyor.
Bu yeraltı İstanbul’u sadece mimari bir miras değil, aynı zamanda psikolojik bir aynadır.
Yerin altına inmek insanın kendi içine inmesidir aslında.
Karanlığa karışan her adım, bilinçaltına doğru bir yürüyüştür.
O yüzden sarnıçlarda dolaşan herkes biraz susar.
Suya dokunan herkes biraz kendine dokunur.
Arkeologlar, tarihçiler, mimarlar o taşların altındaki dünyayı kazdıkça yeni katmanlar bulur.
Bir Bizans duvarının arkasından Osmanlı seramiği çıkar.
Bir tünelin sonunda Roma’dan kalma bir sütun başlığı.Zamanın eli birbirine değen uygarlıkları öyle bir örmüştür ki, İstanbul artık sadece bir şehir değil, yaşayan bir arşivdir.
Ve o arşivin en derin sayfasında bir gerçek yazar:
Bu şehir yukarıdan değil, aşağıdan anlaşılır.
Çünkü yerin altında her şey daha dürüsttür.
Taş yalan söylemez, su unutmaz, sessizlik konuşur.

