İnsanın tarihine, ilişkilerine, sanatına ve hatta genlerine işlemiş en eski duygulardan biri kıskançlıktır.
Kimi zaman bir sevginin yan etkisi, kimi zaman bir özgüven eksikliğinin maskesi, bazen de ilerlemenin itici gücüdür.
Dozunda olduğunda motive eder, fazlasıysa yakar
Kıskançlık tıpkı ateş gibidir: elini ısıtır ama içine düşersen kül eder.
Aşkta: Sevgi mi, Sahiplenme mi?
Aşk ve kıskançlık neredeyse birbirinden ayrı düşünülemez.
Sevdiğimiz kişiyi kaybetme korkusu, onun ilgisini başkasına yöneltme ihtimali, içimizde kıskançlık kıvılcımını yakar.
Bu duygu, sevginin koruyucusu da olabilir; fazlasıysa onun celladı.
Shakespeare’in Othellosundaki trajedi bunun en çarpıcı örneğidir:
Sevgi, şüpheyle zehirlenir, sonunda hem aşk hem insan yanar.
Bugün sosyal medyanın “beğeni”leri, yorumları, takipleri bu duyguyu daha da keskinleştiriyor.
Aşk güven değil de kontrol üzerine kurulduğunda, sevgi yerini sahipliğe, güven yerini paranoyaya bırakır.
Kıskançlık, sevgiye dinamizm katabilir ama fazlası aşkı zehirler.
Seven değil, sahip olmak isteyen bir zihne dönüşür insan.
İş Hayatında: Rekabet mi, Zehir mi?
İş dünyasında kıskançlık takım elbise giyer.
Bir meslektaşın terfi etmesi, bir arkadaşın öne çıkması, bir rakibin daha çok alkış alması…
Bunlar çoğu zaman içimizde sessiz bir rahatsızlık yaratır.
Bu duygu iyi yönetilirse rekabeti canlı tutar, performansı artırır.
Ancak kontrolsüz hâle gelirse ekibi böler, üretkenliği yok eder.
Peter Drucker’ın dediği gibi:
“Bir yöneticinin en tehlikeli duygusu, başkasının başarısına tahammülsüzlüktür.”
Gerçek lider, kıskançlığı bastıran değil, onu üretkenliğe dönüştüren kişidir.
Bir kurum, çalışanlarının birbirine öfkesinden değil, birbirinin başarısını kutlayabilmesinden güç alır.
Kardeşler Arasında: İlk Sınav
Kıskançlıkla ilk tanışmamız çoğu zaman ailede olur.
Yeni doğan kardeşe gösterilen sevgi, bir çocuğun kalbinde “ben artık ikinciyim” duygusunu uyandırır.
Eğer ebeveyn bu dengeyi adil biçimde kuramazsa, o çocuk büyüdüğünde de kendini hep kıyaslama içinde bulur.
Kardeşler arası kıskançlık, sadece çocuklukta değil, yetişkinlikte de yankı bulur.
Kimi zaman sessiz bir rekabet, kimi zaman ömür boyu süren bir mesafedir bu.
Oysa her çocuğa “sen farklısın, kendi yolun var” diyebilmek en güçlü ilaçtır.
Sanatta: İlham mı, Gölge mi?
Sanat dünyası kıskançlıkla doludur.
Mozart ile Salieri, Picasso ile Matisse, Dostoyevski ile Turgenyev…
Hepsinde hayranlık ile kıskançlık aynı çizgide yürümüştür.
Bazen bu duygu, rekabeti ve yaratıcılığı körükler; bazen de sanatçıyı kendi gölgesinde boğar.
Nietzsche der ki:
“Kıskançlık, eksik kalan tarafımızın acısıdır.”
O acıyla yüzleşebilen sanatçı büyür; ondan kaçan ise sıradanlaşır.
Hayvanlar Dünyasında: İlkel Haliyle
Kıskançlık sadece insana özgü değildir.
Köpekler sahiplerinin başka bir hayvana ilgi göstermesine hırlar, maymunlar grubun liderine yakın dişiyi kıskanır, kuşlar yuvadaki rakip yumurtaları gagalayabilir.
Bu, doğanın “yerim tehlikede” alarmıdır.
Yani kıskançlık, evrimsel olarak hayatta kalma içgüdüsünün bir uzantısıdır.
İnsanı diğerlerinden ayıran ise bu duyguyu denetleyebilme kapasitesidir.
Biz, kıskançlığımızı bastırmak değil, anlamlandırmak zorundayız.
Toplumda: Başarıya Tahammül
Kıskançlık sadece bireyler arasında değil, toplumun damarlarında da dolaşır.
Birinin yükselmesi, diğerinin eksilmesi gibi algılanır.
Başkasının başarısı bizde hayranlık değil, çoğu zaman huzursuzluk yaratır.
“Ben yapamadıysam o da yapmasın” mantığı ilerlemeyi değil, çöküşü besler.
Gelişmiş toplumların sırrı, başkasının başarısına sevinmeyi öğrenmiş olmalarıdır.
Bir toplumun medeniyet seviyesi, başkasının başarısına ne kadar alkış tutabildiğiyle ölçülür.
Aşk Kadar Eski, Medeniyet Kadar Yeni
Kıskançlık, hem ilkel hem medeni bir duygudur.
Bir yandan doğamızın ürünü, diğer yandan kültürün şekillendirdiği bir davranış biçimi.
Kıskançlık olmayan bir dünya, tutkudan yoksun olurdu; ama yalnız kıskançlıkla yaşayan bir dünya, kendi kendini yer bitirirdi.
Doz burada da belirleyicidir.
Azı insanı kamçılar, fazlası tüketir.
Bir ilişkide, bir iş yerinde, bir dostlukta…
Kıskançlık, ister yakıt ister yangın olabilir.
Dönüştürmenin Sanatı
Kıskandığımız kişiye bakarken aslında çoğu zaman kendi eksikliğimize bakarız.
Bu farkındalıkla yüzleşebilen insan kıskançlığına yenilmez, onu dönüştürür.
Başkalarının sahip olduklarını imrenmek yerine ilham almak mümkündür.
Kıskançlık bir kıyas değil, potansiyel aynası olabilir.
Takdir etmeyi öğrenmek, kıskançlığın panzehiridir.
Takdir etmek, hem özgüven hem erdem göstergesidir.
Çünkü kıskançlık, çoğu zaman başkasını değil, kendimizi cezalandırma biçimidir.
Son Söz: Tuz Kadar Olmalı
Kıskançlık tıpkı tuz gibidir — azı yemeğe tat verir, fazlası zehirler.
Bir sevgili için, bir sanatçı için, bir yönetici ya da kardeş için fark etmez.
Önemli olan o duygunun seni mi yönettiği, yoksa senin mi onu yönettiğindir.
Kıskançlık bir duvar da olabilir, bir merdiven de.
Duvar örersen seni içeride hapseder, merdiven yaparsan seni yukarı taşır.
Seçim senin.
Unutmayalım:
“Kıskançlık, sevmenin yan ürünüdür. Onu tanıyan insan olgunlaşır; tanımadan yaşayan, onunla yanar.”

